Category Archive : Çocuk ve Ergen Danışmanlığı

Sosyal fobi, kişinin girdiği ortamlarda bulunan kişiler tarafından olumsuz karşılanacağına dair duyduğu korku ve bu ortamlardan kaçınmasıdır. Sosyal fobi kişinin günlük yaşamdaki ilişkilerini akademik başarılarını, işlevselliğini, yaşam kalitesini etkilemektedir.

NEDENLERİ

Sosyal fobinin hem genetik hem de ruhsal durumlardan kaynaklandığı düşünülmektedir.

Ruhsal Etmenler

Psikanalitik kurama göre sosyal fobinin nedeni anksiyetedir ve sosyal fobi anksiyeteye karşı bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkmaktadır. Benlik ile alt benlik veya benlik ile üst benlik arasında ortaya çıkan çatışma ve bu çatışma sonucu ortaya çıkan kaygı dışarıda başka bir nesneye yönelerek yer değiştirmektedir. Sosyal fobisi olan kişilerin b.dışı olarak başkaları tarafından onaylanma istekleri vardır ve dolayısıyla onaylanmama ihtimalinin olduğu ortamlardan kaçınırlar. Bir yandan ise sosyal fobi yaşayanlar, bağımsızlaştıklarında, yeni bir ortama katıldıklarında ebeveynlerinin sevgisini yitireceğinden korkarlar.

Bilişsel davranışçı kurama göre, sosyal fobi yaşayan kişi hem çevresinde olumlu izlenimler bırakmak ister, hem de bunu yapabilme konusunda bir güvensizlik yaşar. Bu kişilerin olumsuz ara inançları ve gelen olumsuz otomatik düşünceleri vardır. Kalabalığa girdiklerinde yanlış bir şey yapacaklarına ve reddedileceklerine inanırlar. Çekindikleri bir durum karşısında önceki olumsuz deneyimleri tetiklenir ve bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarını hissederler. Somatik ve davranışsal belirtiler hissederler ve bunlarda anksiyetelerinin sebebi haline gelir. Kişi bu belirtilerine odaklanarak asıl sorundan kaçınır. Ayrıca olumsuz değerlendirilme yanında olumlu değerlendirilme korkusu da yaşarlar.

Davranışçı kurama göre, eğer kişi bir ortamda olumsuz bir yaşantı deneyimlemişse, doğrudan bir koşullanma yaşar, hatta olumsuzluk yaşayan bir kişiyi gördüğünde dahi bu korku başlayabilir. Bunun yanı sıra sosyal ortamların tehlikeli olduğu bilgisi kişiye bir şekilde hissettirildiğinde bu bile kişinin sosyal korkuya sahip olmasına sebep olur.

Biyolojik Etmenler

Yapılan araştırmalar çocuklardaki sosyal fobi ile ebeveynlerin sosyal fobisi arasında yüksek düzeyde bir ilişki olduğunu göstermiştir. Bunun yanı sıra anne-babalarda ki fazla koruyucu veya reddedici davranışlarla sosyal fobi arasında da güçlü bir ilişki olduğunu görülmüştür. Başka bir araştırma ise genetik geçişin sosyal fobide çok baskın olmadığını göstermiştir. Dolaysıyla üç farklı şekilde sosyal fobi gelişimi etkilenmektedir. Birincisi genetik bir yatkınlık oluşması, ikincisi ebeveynlerin aşırı korumacı ve kaygılı davranışlarından dolayı çocukların sosyal ortamlara girmelerine engel olunması ve üçüncü olarak ta kendi kaygılarının çocukları tarafından modellenmesi şeklinde olmaktadır. Sosyal fobisi olan çocukların davranışsal inhibisyonları vardır ve devamlı kaçınma davranışları gösterirler. Davranışsal inhibisyon, bilinmeyenden korkma, devamlı tedirgin bir durumda olma ve bilinmeyen ortamlardan kaçma özelliği gösteren bir mizaç türüdür. Davranışsal inhibisyon sosyal fobi için bir risk etmenidir.

EPİDEMİYOLOJİ

Sosyal fobi ergenlik döneminde başlamakta, 25 yaşından sonra başladığı ise nadiren görülmüştür. Bu hastalar genellikle belirtilerin çıkmasından 10 yıl sonra tedaviye başvurmuşlardır. Sosyal fobi, kişinin iş, okul yaşamı, karşı cinsel ilişki yaşaması konusunda sorunlar yaratmaktadır. Buna rağmen sadece %20-40’nın tedaviye başvurduğu bilinmektedir. Sosyal fobi kadınlarda daha fazla görülmekle birlikte tedaviye en çok erkekler başvurmaktadır. Ülkemizde yapılan araştırmalarda erkek ergenlerde, kızlara göre sosyal anksiyetenin daha fazla olduğu görülmüştür.

KLİNİK ÖZELLİKLER

DSM-IV’e göre eğer kişinin korktuğu veya kaçtığı durumlar daha yaygın bir toplumsal alanı kapsıyorsa buna yaygın sosyal fobi denir, yaygın olmayan sosyal fobide korku veya kaçınmalar daha kısıtlı alanlarda olmaktadır. Tedavi için başvuranlar daha çok yaygın sosyal anksiyete bozukluğu yaşayanlardır. Yaygın sosyal fobi daha erken yaşlarda başlamakta, yaşam kaliteleri daha düşük olmakta ve prognozları daha kötü olmaktadır. Sosyal fobisi olan insanlar otorite figürlerinden, yeni kişilerle tanışmaktan, toplum içerisinde bulunmaktan, konuşmaktan, sınıfta tahtaya kalkmaktan, sunum yapmaktan kaçınırlar, onlar için bu durumlar korku alanlarıdır. Bu durumlarda kişilerde terleme, kızarma, çarpıntı, titreme, kaslarda gerginlik gibi fizyolojik belirtiler ortaya çıkar. Çocuklarda ise ağlama, donup kalma, bağırma, bir yere gizlenme, konuşamama şeklinde ortaya çıkar. Sosyal fobisi olan çocuklar okulda daha fazla zorlanırlar, arkadaşları daha azdır ve daha kısıtlı ilişkilere sahiptirler.

SOSYAL FOBİ İLE BİRLİKTE GÖRÜLEN DİĞER HASTALIKLAR

Sosyal fobi ile birlikte en sık görülen hastalıklar anksiyete bozukluğu, yaygın anksiyete bozukluğu, karşıt gelme bozukluğu ve madde kullanım bozukluğudur. Sosyal fobisi olan kişilerin %51.7’sinin Eksen I ve %67,8’nin ise Eksen II tanısına sahip olduğu belirtilmiştir.

Yapılan araştırmalar sosyal fobi ile depresyon arasında anlamlı bir ilişkinin olduğunu saptamıştır. Sosyal fobinin artmasıyla depresyonun da doğru orantılı bir şekilde arttığı görülmüştür. Diğer araştırmalar ise ülkemizde sosyal fobisi olanların daha küçük yaşta sigara içmeye başladıklarını tespit etmiştir.

Sosyal fobisi olanların bir kısmının beden dismorfik bozukluğu olduğu ve beden dismorfik bozukluğu olanların da belli bir kısmının sosyal fobisi olduğu araştırmalarla saptanmıştır. Sosyal ortamlardan kaçınma, sık sık aynaya bakma, başkalarıyla sürekli kendini karşılaştırma gibi, kendine odaklanma gibi ortak özellikler her iki bozuklukta da görülmektedir.

AYIRICI TANI

Otizm ile sosyal fobi sıklıkla birbirine karıştırılmaktadır. Otizm spektrum bozukluğu olan çocuklar sosyal becerilerde zorlandıkları için olumsuz değerlendirmelere maruz kalmakta veya reddedilmektedirler ve bu da çocukların sosyal kaygılarını arttırabilmektedir. Bunun yanı sıra sosyal ortamlardan kaçınma ve konuşma zorlukları her iki rahatsızlıkta da görülebilir. Sosyal fobi diğer anksiyete bozuklukları ile de karışır. Belirtiler benzerdir fakat ayırıcı olan kaygı odağının her anksiyete bozukluğunda farklı olmasıdır. Sosyal fobide kaygı odağı kişinin kendisi, panik bozuklukta bedensel belirtiler, ayrılık anksiyetesi bozukluğunda temel bağlanma nesnesinden ayrılma, özgül fobide korku duyulan nesne ve yaygın anksiyete bozukluğunda ise günlük olaylardır. Depresyonda ise sosyal ortamlardan kaygı duymak yerine orada bulunmama isteği ön plandadır. Şizofrenide düşüncelerin aşırı ve gerçek olmadığını kabul etmemek ayırıcı tanıdır.

TEDAVİ

İlaç Dışı Tedavi

Sosyal fobinin tedavisinde en çok bilişsel davranışçı terapi kullanılmaktadır. Burada hedef işe yaramayan düşünce ve olumsuz inançların tespit edilmesi ve bunun yerine olumlu, işlevsel olan inançların belirlenmesi ve değişikliklerin yaratılmasıdır. Sosyal fobide bilişsel davranışçı terapi, psikoeğitim, bilişsel yeniden yapılandırma, sosyal becerileri geliştirme ve maruz bırakma olarak dört aşamada gerçekleşmektedir.

Sosyal fobisi olanların tedaviye başvurma oranları düşüktür, çünkü hekimle karşı karşıya gelmekten korktukları düşünülmektedir ve bu yüzden de internet tabanlı tedavi girişimlerinin, telefon, e-posta üzerinden terapist destekli yardımların sosyal fobi tedavisinde yararları olduğu çalışmalarla gösterilmiştir. Psikodinamik terapi ile bilişsel terapinin etkinlikleri değerlendirildiğinde her ikisinin de etkili olduğu fakat sosyal fobinin davranışçı tedavi ile daha fazla remisyonda kaldığı ve psikodinamik terapinin sosyal fobi tedavisinde en az tercih edilen terapi şekli olduğu ifade edilmiştir.

Farmakolojik Tedavi

Seçici serotonin geri alım inhibitörleri sosyal fobide en çok kullanılan psikofarmakolojik ajanlardır, sosyal fobisi olan kişilerde işlevselliği arttırmaktadır. Yapılan araştırmalar ilaç tedavisi ile daha hızlı sonuçlar alındığını, bilişsel davranışçı terapinin etkisinin daha geç başladığını fakat terapinin etkisinin daha uzun süreli olduğu görülmüştür. Her ikisinin kullanımının tek kullanıma göre üstün olup olmadığı henüz bilinmemektedir.

KORUYUCU ÖNLEMLER

Sosyal fobi kişilerin yaşam şekillerini değiştirmelerine, yaşam kalitelerinin düşmesine sebep olmaktadır. Ekonomik kayıplara yol açabilmektedir, bu nedenle erken tespit edilip ele alınması gereken bir bozukluktur. Koruyucu yöntemler olarak aileler çocuklarını sosyal ilişkiler kurmaları konusunda cesaretlendirmelilerdir, okullarda da akademik başarıların yanı sıra öğrencilerin sosyal gelişimlerine katkı sağlayacak aktiviteler yaptırılmalıdır. Bunun yanı sıra okul çalışanlarının da öğretmenlerin de bilgilendirilmeleri gerekmektedir.

GİDİŞ VE SONLANIM

Sosyal fobi kronik gidişlidir, belirtiler 10 ile 24 yıl arasında sürebilmektedir. Sekiz yıl sonra üçte bir azalabilmektedir. Fluoksetin tedavisi değerlendirildiğinde eğer yaş küçükse, başlangıçta anksiyete az ise ve ailede depresyon ve anksiyete öyküsü yok ise sosyal fobi tedaviye daha iyi yanıt verebilmektedir. Sosyal fobi erken yaşta başladıysa , hastalık şiddeti fazla ise, başka anksiyete bozuklukları ile seyrediyorsa sosyal fobi tedavisi olumsuz etkilenmektedir.

Uzman Klinik Psikolog Sezen Sağlam

 

Kaynak: Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları

Günümüzde çocuklarının hayatlarını sosyal medyada belgelemek birçok anne-babanın yaptığı bir şey. Youtube kanalı açarak çocuklarının çeşitli hallerinden abone sayısını arttıran ve tıklanmalar üzerinden para kazanan, çocuklarının her halini (uyurken, yemek yerken, banyo yaparken, oyun oynarken, okulda, parkta vs) sosyal medyada paylaşan, bu paylaşımlar üzerinden binlerce beğeni toplayan veya takipçi sayısını arttırarak bazı firmaların ürünlerini tanıtan ve bundan gelir elde eden yüzlerce anneden bahsediyorum. Babalar demiyorum çünkü bunu yapanların daha çok anneler olduğunu gözlemliyorum. Tabi bu paylaşımlara itiraz etmeyen ve bunların içinde olan yüzlerce de baba var. Bu durumda aslında ebeveynler çocuklarının gizliliğinin en büyük ihlalcilerinden oluyorlar.

Belki gizlilik ayarlarına dikkat edilerek, herkese açık olmayacak bir şekilde, çocukları hakkında özel bilgiler vermeden birkaç paylaşımda bulunmak çok sakıncalı olmayabilir. Fakat herkese açık bir şekilde yüzlerce binlerce fotoğraf paylaşmak, hikayeler paylaşmak ne anlama geliyor olabilir acaba hiç düşündünüz mü? Anne-babalara şu soruyu sormak istiyorum, “siz hiç yolda yürürken tanımadığınız birini durdurup ta cüzdanınızdan çocuğunuzun resmini çıkarıp gösteriyor musunuz?” Muhtemelen gelecek cevap “hayır” olacaktır. Peki öyleyse neden herkese açık olan hesaplarda yüzlerce fotoğraf ve hikayeler paylaşılıyor.

Ebeveynler bu şekilde çocukları hakkında, düşündüklerinden çok daha fazla bilgiyi açığa vurarak, onları tehlikeye açık hale getirdiklerinin farkında değiller mi? Bu da cevaplanması gereken başka bir soru olsa gerek.

Fotoğrafları, en özel anları paylaşılan bu çocuklar ileride büyüdüklerinde acaba bunların paylaşılmasından hoşnut olacaklar mı? Belki bu duruma sinirlenecekler, belki arkadaşları arasında dalga geçilmesine neden olacakları bir durum olacak ve utanacaklar vs. Aynı zamanda bu şekilde çocukların unutulma haklarının ellerinden alındığını unutmamak gerekir.

Çocukların fotoğraflarının paylaşılması, özel hayatlarının gizliliklerinin ihlali, aslında onların kişilik haklarının ihlalidir.  Bunun yanı sıra sürekli fotoğraflarının çekilip, paylaşıldığından haberdar olan bu çocuklarda narsistik bir yapının gelişmesi olasıdır. Anne-babalar devamlı çocuklarından poz vermelerini isteyerek, ve fotoğraflarını devamlı paylaşarak onların gösteriş meraklısı bireyler olmasına sebep olabilirler.

Bunun yanı sıra çocuk istismarcılarının, çocuklara karşı sapkınca duyguları ve davranışları olan kötü niyetli kişilerin çocuklarınızın fotoğraflarını biriktirebileceğini biliyor olmalısınız? Çocuğunuzun bütün mahremiyetini gözler önüne sermek onu korumakla yükümlü olmanız arasında anlaşılmaz bir çelişki oluşturuyor.

Peki anne babaların bu paylaşımları yapmasının sebepleri ne olabilir?

Biz insanız görülmek, beğenilmek, sosyal ilişkiler kurmak istiyoruz. Hayatımızı idame ettirmek için belki daha rahat bir yaşam için para da kazanmak istiyoruz. Tüm bunlar gayet anlaşılır. Fakat beğenilmek, görünür olmak bunlar istekten öte bir ihtiyaca dönüşüyor ve bu paylaşımlar üzerinden ebeveynler psikolojik ihtiyaçlarını ve maddi kazanç ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlarsa ve kendi kendilerini bu şekilde tatmin etmeye çalışıyorlarsa burada normal bir durumdan bahsetmek imkansızdır.

Ebeveynlerin, çocuklarının fotoğraflarını, en özel anlarını çevrimiçi paylaşma nedenlerini kendilerine sormaları gerektiğini düşünüyorum, paylaşmadan önce bunu kendi tatminim için mi yapıyorum yoksa çocuğum için mi yapıyorum diye de düşünmelerini öneriyorum.

Son olarak şunu söyleyebiliriz ki kendi kendimizi tatmin etmek için çocuklarımızın fotoğraflarını sosyal medyada paylaşıyor olmak hiç sağlıklı bir durum değil. Bu konuda anne-babaların daha hassas olmaları gerektiğini düşünüyorum.

 

Boşanan Ebeveynlere Öneriler

Çocuklar için boşanma özellikle üzücü, stresli ve kafa karıştırıcı bir durumdur. Boşanma, hangi yaşta olursa olsun, bir erkek veya kız çocuğunun hayatında büyük bir değişikliğe sebep olur. Çocuklar anne ve babalarının boşanma kararlarıyla karşı karşıya kaldıklarında kendilerini  belirsizlik içinde, öfkeli, suçlu hissedebilirler. Ebeveynler arasındaki aşk kaybına tanık olmak, ebeveynlerin evlilik taahhütlerini çiğnediklerini görmek, iki farklı ev arasında gidip gelmek ve bir ebeveynle yaşarken diğer ebeveynin günlük yokluğuna alışmaya çalışmak, baş etmeleri gereken zorlu bir durum yaratır. Ayrılmış ebeveynlerin çocuklarının (hepsinin olmasa da bir kısmının), çocukluklarını ve yetişkinlik hayatlarını etkileyebilecekleri uzun vadeli sorunları oluşabilir. Ancak, ayrılan ebeveynlerin çocuklarının karşılaştığı sorunların çoğunu, ayrılığın kendisi değil, ayrılan eşlerin aralarındaki anlaşmazlıklar oluşturmaktadır. Bir çocuğun ailesinin dağılmasına üzülmesi normal olsa da, bir ebeveyn olarak boşanma sürecini ve sonrasını çocuklarınız için daha az acı verici hale getirmek için yapabileceğiniz çok şey vardır.

Çocuğuma boşanma hakkında ne kadar bilgi vermeliyim?

Özellikle ayrılmanızın veya boşanmanızın başlangıcında, çocuklarınıza ne kadarını söyleyeceğinizi seçmeniz gerekir. Bazı bilgilerin onları nasıl etkileyeceği hakkında dikkatlice düşünün.

Çocuğun yaşına duyarlı olun. Genel olarak, daha küçük çocuklar daha az ayrıntıya ihtiyaç duyar ve basit bir açıklama ile daha iyi hale gelirken, daha büyük çocuklar daha fazla bilgiye ihtiyaç duyabilir.

Lojistik bilgileri paylaşın. Çocuklara yaşam düzenlemelerindeki, okuldaki  veya aktivitelerindeki değişikliklerden bahsedin, ancak bunları ayrıntılarla boğmayın.

Gerçekleri söyleyin. Çocuğunuza verdiğiniz bilgilerin ne kadar çok ya da ne kadar az olduğu önemli değil, her şeyden önce doğru olması gerektiğinin önemli olduğunu unutmayın.

Boşanma sonrası çocuklarınız ve kendiniz için profesyonel yardım alın. Bazı çocuklar anne-babasının boşanmasını daha kolay atlatır, bazıları ise çok zor zamanlar geçirir. Çocukların bir dizi zor duygu hissetmesi normaldir. Fakat zaman geçmesine rağmen çocuğunuz toparlanamıyor ve gittikçe daha da zorlanıyorsa çocuğunuzun profesyonel yardım almasını sağlamanız faydalı olacaktır.

Ayrılan ebeveynler çocuklarına nasıl yardım edebilirler?

Çocuğunuzun hala kendisini seven iki ebeveyni olduğunu bilmesini sağlayın.

Çocuğunuzu yetişkin endişelerinden ve sorumluluklarından koruyun.

Olup biten şeylerde sorumluluğun çocuklara değil, ebeveynlere ait olduğunu açıkça belirtin.

Çocuklarınıza karşı açık olun ve konuşun. Çocuğunuzun sadece neler olup bittiğini bilmesi gerekmez aynı zamanda soru sormanın uygun olduğunu hissetmesi de gerekir.

Çocuğunuzun kendisini güvende hissetmesini sağlayın. Her iki ebeveyni tarafından bakılacağından emin olması gerekir.

Çocuğunuzla geçirmek için bol bol zaman ayırın.

Çocuğunuzu görmek için yapılacak düzenlemeler konusunda güvenilir olun.

Arkadaş ve akrabalarını görmesi gibi, her zamanki etkinliklere ve rutinlerine devam etmesini sağlayın.

Çocuğunuzun hayatında mümkün olduğunca az değişiklik yapın. Bu, çocuğunuzun, zorluklara rağmen, sevdiklerinin hala onları önemsediğini ve hayatın makul derecede normal olabileceğini hissetmesine yardımcı olacaktır.

Yapmamanız gerekenler

Çocuğunuzu asla aranızdaki çatışmaya çekmeyin.

Çocuğunuzdan taraf tutmasını istemeyin: “Kiminle yaşamak istersin tatlım?”

Çocuğunuza diğer ebeveynin ne yaptığını sormayın.

Eski eşinize geri dönmek için çocuğunuzu ‘silah olarak’ kullanmayın

Eski eşinizi çocuğunuza karşı eleştirmeyin, suçlamayın.

Çocuğunuzun eski eşinizin rolünü üstlenmesini beklemeyin.

Eğer çocuğunuzun boşanmanın etkileri ile baş etmesine yardım etmekte zorlanıyorsanız, dışarıdan yardım isteyebilirsiniz. Bu süreç duyarlı bir şekilde yönetilirse, çocuk yeni durumuna daha iyi adapte olabilir ve uzun vadede zorluk çekmez.

Anne- babalar boşanma sırasında ve sonrasında çocuklarınızın sizden istedikleri var…

Hayatımda yer almak için ikinize de ihtiyacım var. Lütfen beni arayın, e-posta gönderin, mesaj yazın ve bana birçok soru sorun. Sen karışmadığın zaman, önemli olmadığımı ve beni gerçekten sevmediğini hissediyorum.

Lütfen kavga etmeyi bırakın ve birbirinizle iyi geçinmek için çok çabalayın. Benimle ilgili konularda anlaşmaya çalışın. Benim hakkımda kavga ettiğinizde, yanlış bir şey yaptığımı ve suçlu olduğumu düşünüyorum.

İkinizi de sevmek ve her birinizle geçirdiğim zamanın tadını çıkarmak istiyorum. Lütfen beni ve her birinizle geçirdiğim zamanı destekleyin. Kıskanç davranır veya üzülürseniz, taraf tutmam ve bir ebeveyni diğerinden daha çok sevmem gerektiğini hissediyorum.

Lütfen doğrudan birbirinizle iletişim kurun, böylece aranızda mesaj getirip götürmek zorunda kalmam. Bu durum beni fazlasıyla yorar ve yıpratır.

Birbiriniz hakkında lütfen sadece nazik şeyler söyleyin veya hiçbir şey söylemeyin. Diğer ebeveynim hakkında bir şeyler söylediğin zaman, benden senin tarafını tutmamı beklediğini hissediyorum.

Lütfen ikinizin de hayatımda olmasını istediğimi hatırlayın. Anneme ve babama beni büyüteceklerine, bana neyin önemli olduğunu öğreteceklerine ve sorunlarım olduğunda bana yardım edebileceklerine dair güvenmek istiyorum.

Her ne kadar çocuklar için güçlü duygular zor olsa da, aşağıdaki tepkiler boşanma sonrası çocuklar için normaldir;

Çocuklarınızın boşanmanızdan dolayı size karşı öfkeli ve kızgın olması ve bu duygularını dile getirmesi gayet normaldir.

Çocukların yaşamlarında büyük değişikliklerle karşılaştıklarında endişeli olmaları doğaldır.

Ailenin yeni durumuna ilişkin çocuğun üzüntü duyması normaldir ve üzüntü, umutsuzluk ve çaresizlik duygusuyla birleştiğinde, hafif bir depresyon şekli olabilir.

Çocuğunuzun ayrılık veya boşanma ile ilgili sorunlarla baş edebilmesi biraz zaman alacaktır, ancak zamanla kademeli olarak gelişme göstermesi gerekir.

Boşandıktan sonraki birkaç ay sonra işler daha da kötüye giderse, çocuğunuzun depresyon, endişe veya öfke içinde sıkışıp kaldığını görmeniz ek bir desteğe ihtiyacı olduğunun bir işareti olabilir. Çocuklarda boşanmaya bağlı olarak ortaya çıkan depresyon veya kaygı ile ilgili bu uyarı işaretlerine dikkat edin:

Aşırı uyuma veya uykusuzluk şeklinde uyku problemleri yaşaması.

Konsantrasyon bozukluğu yaşamaya başlaması.

Okulda sorun yaşamaya başlaması.

Uyuşturucu veya alkol bağımlılığı

Kendini yaralama, kesme veya yeme bozuklukları göstermesi.

Sık sık kızgınsa ya da şiddetli patlamaları oluyorsa.

Sevdiği kişiler ile görüşmüyor ise.

Daha önceden yaptığı ve sevdiği faaliyetlere ilgisizlik varsa.

Bu veya boşanma ile ilgili diğer uyarı işaretlerini çocuğunuzda görüyorsanız, çocuğunuzun öğretmenleri ile görüşün veya belirli sorunlarla başa çıkabilmek için bir uzmandan yardım alın.

 

ERGENLERE ÖNERİLER

Sevgili gençler bu yazıyı size ergenlik döneminin zorlukları hakkında bilgilenmeniz ve bu dönemin getirdiği zorluklarla başa çıkabilmeniz, kişiliğinizin gelişimi için birkaç noktaya dikkat çekmek amacıyla yazıyorum.

Ergenlik dönemi bildiğiniz üzere kendinizde birçok fiziksel, psikolojik, sosyal vb. değişimleri yaşadığınız, kimi zaman kafanızın karıştığı, kimi zaman kendinizi iyi hissettiğiniz, kimi zamanda kötü hissetmenize sebebiyet verecek zorlukları yaşadığınız bir dönemdir.

Bu dönemde şöyle şeylerle karşılaşabilirsiniz; Kız-erkek ilişkileri ile ilgili kafa karıştırıcı şeyler yaşamak, aşık olmak, ders çalışmak istememek, arkadaşlık ilişkilerinde sıkıntılar yaşamak, dışlanmak, depresif olmak, sinirli olmak, anne-baba ilişkilerinde problem yaşamak, kimsenin sizi anlamadığını hissetmek, fiziksel olarak kendinizi beğenmemek, çirkin veya şişman olduğunuzu düşünmek, sınav kaygısı yaşamak, çok fazla bilgisayar oynamak, sanal alemde çok fazla takılmak, cinselliğe ilgi duymak, merak etmek, beğendiğiniz birilerine benzemeye çalışmak, vb…. bu listeyi fazlasıyla uzatabiliriz.

ARKADAŞLARINIZ KONUSUNDA SEÇİCİ OLUN

Bu dönemde arkadaşlıklar çok fazla önem kazanır. Arkadaşlık ilişkisi çok önemlidir, arkadaş gün gelir sizi anlayan, destekleyen, kendinizle ilgili bazı şeyleri fark etmenizi sağlayan kişiler olurlar. Bu yüzden arkadaşlarınızı seçerken, güvenilir, samimi, içten kişiler seçmeye özen gösterin, sadece o sırada yalnız kalmamak için mecburi arkadaşlıklar kurmayın.

GELECEĞİNİZ İÇİN PLANLAR YAPIN

Daha çok erken olduğunu düşünebilirsiniz fakat değil. Tam da yol haritanızı oluşturma zamanı, neler istediğinizi bilmek ve hedeflerinizi belirlemek önemli, bu konuda çalışmalara başlayın. Önce kısa vadeli hedefler koyun kendinize. Hedeflerinizin gerçekleştirilebilir olmasına dikkat edin. İlgi ve yeteneklerinize göre hedefler koyun kendinize. Hedeflerinize ulaşmak için çok çalışmaktan ziyade düzenli ve disiplinli çalışmanız önemlidir. Tabi ki sosyal, sportif faaliyetlerinizi de hayatınıza katarak, çalışmalarınızı sürdürün.

HER KONUDA YARDIM İSTEMEYİ BİLİN, YARDIM İSTEMEK GÜÇSÜZLÜK DEĞİL AKSİNE NE KADAR CESARETLİ OLDUĞUNUZUN GÖSTERGESİDİR.

Başınıza bazen istemediğiniz, sıkıntılı, kendinizi kötü hissedebileceğiniz şeyler gelebilir. Bu okulda bir arkadaşınızın size zorbalık yapmasından tutunda aile içerisinde yaşadığınız sizi etkileyen bir üzücü olayda olabilir. Böyle bir durumla karşılaştığınızda size yardımcı olabileceğini düşündüğünüz güvenilir bir arkadaşınızdan, bir büyüğünüzden veya öğretmenlerinizden yardım isteyin.

CİNSELLİKLE İLGİLİ GÜVENİLİR KAYNAKLARDAN BİLGİ ALIN

Cinsellikle ilgili bir takım şeyleri merak edebilirsiniz, bunları merak etmek utanılacak bir durum değildir. Yalnız bu meraklarınızı gidermek için doğru bilgiler içermeyen, size doğru bilgiler vermeyecek kaynak ve kişilerden uzak durun. En ideali ebeveynlerinizden bu konularda yardım istemektir.

 “HAYIR” DEMEYİ ÖĞRENİN

En önemli yaşam becerilerinden biri “hayır” diyebilmeyi başarmaktır. Hayır diyeceğiniz kişi bazen çok sevdiğiniz bir arkadaşınız, bazen anneniz, babanız, bazen öğretmeniniz olabilir. Haksızlığa uğrayacağınız bir durum söz konusu ise, istemediğiniz bir şeyi yapmaya zorlandığınızda, yanlış olduğunu bildiğiniz bir şey size zorla dayatılıyorsa, hoşunuza gitmeyen sonucunda iyi duygular hissetmeyeceğiniz bir şeyi yapmak zorunda bırakılıyorsanız vb. bu durumlarda hayır demeyi öğrenmelisiniz. Bazen gençler yalnız kalmamak adına, arkadaşını kaybetmemek adına veya anne babası kendisine kızacağı için vs birçok sebepten ötürü hayır demeyi beceremez. Fakat kimi zaman bunu diyebilmek sizi birçok tehlikeli ve hoş olmayan durumdan koruyabilir.

 

Sınav Kaygısı Nedir ve Belirtileri Nelerdir?
Sınavlar hayatımızda çok belirleyici bir rol oynamaktadır. İlkokuldan itibaren başlayan sınavlar başarının belirleyicisi, sonrasında iyi okullara girmenin bir şartı, ileride iyi bir meslek sahibi olmanın anahtarı olarak görülür. Dolayısıyla sınavların bu kadar çok anlamının olması da yoğun bir kaygının yaşanmasına sebebiyet verir. Sınavdan önce az miktarda hissedilen kaygı aslında elinizden gelenin en iyisini yapmanıza yardımcı olurken, kaygının fazlası performansı düşürerek başarıyı olumsuz yönde etkiler. Sınav kaygısı belirli konularda kazanılmış olan bilgilerin sınav sırasında etkili bir şekilde kullanılmasını engelleyen ve buna bağlı olarak başarının düşmesine neden olan aşırı stres ve endişe durumudur. Bu durum kişide fiziksel, duygusal, bilişsel, davranışsal anlamda kendini gösterir. Kişinin sınava girmeden önce midesi bulanır, eli ayağı titrer, kalp atışları hızlanır, terler, karın ağrısı yaşar, uyku düzeni bozulur; kişi aşırı heyecan ve korku duyar, bunun yanı sıra öfke ve hayal kırıklığı, çaresizlik, yetersizlik gibi hisler yaşayabilir. Kendileriyle ilgili “ben yapamam”, “başaramam” gibi olumsuz düşüncelere kapılabilirler. Bazı durumlarda sınav kaygısı o kadar yoğun yaşanır ki, öğrenciler korkularının kaynağını engellemek için sınavdan kaçabilecek veya okulu bırakabilecek pozisyona gelirler.
Sınav Kaygısının Nedenleri Nedir?
-Çocuklarının kaygılarını gidermesi gerekirken, anne-babaların tam aksine yüksek beklenti içerisinde olmaları, zaten sınava dair yoğun stres yaşayan ergenleri daha da kaygılandırmakla kalmayıp bunun yanı sıra gençlerin kendilerini çaresiz hissetmelerine sebebiyet verir. Bu süreçte yalnız kalan gencin iç çatışmalarının bir sonucu olarak ta yoğun sınav kaygısı ortaya çıkabilir.
-Yargılanmanın, eleştirilmenin ve kıyaslanmanın olduğu bir çevre çocuk veya ergende güvensizlik sorunu ve kaygı duygularına sebebiyet verir.
-Kaygılı bir yetiştirme tarzı ile büyüyen çocuklar, hayatlarının her döneminde kaygılı kişiler olacakları için bu durumda
sınav kaygısı çekmeleri de olası bir durumdur.
-Başarısız olduğunda reddedileceği, değer görmeyeceği, sevilmeyeceği düşüncesi çocuk veya ergende sınav kaygısı yaratabilir.
-Sürekli başarısız olduğu deneyimler yaşamış olması, kişide bu durumu değiştiremeyeceği düşüncesi oluşturabileceğinden ötürü kaygı yaşamasına sebep olabilir.
-Gerçekçi hedefler belirlememiş olmak ve yeterince hazırlanmamış olmakta sınav kaygısına sebebiyet verir.
Sınav Kaygısı Ve EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing)
EMDR, travmatik olayların ve geçmişte yaşanmış olan rahatsız edici durumların yarattığı üzücü ve acı veren duyguları duyarsızlaştırmak için kullanılan bir terapi yöntemidir. Hayatımızda sadece büyük travmalar değil, çocuklukta yaşamış olduğumuz utanç verici olaylar, hayal kırıklıkları, aşağılanma, eleştirilme vb. sık görülen durumlar da uzun süreli olumsuz etkiler bırakırlar ve bu olumsuz etkiler bedenimizde ve zihnimizde yükselerek algımızı etkilerler ve şimdiki zamanda mutsuzluğa ve uygunsuz davranışlara yol açarlar. Dolayısıyla bunlarda bir travmadır ve bu anılarda işlevsel olmayan bir şekilde yanlış bir anı formunda depolanmışlardır. EMDR sadece travmanın tedavisinde etkili değildir. Bunun yanı sıra anksiyete bozuklukları, yeme bozuklukları, panik atak, fobiler, madde kötüye kullanımı, bağlanma bozuklukları gibi bir çok bozukluğun tedavisinde kullanılmaktadır.
EMDR sınav kaygısı için de çok etkili ve hızlı bir tedavi yöntemidir.
Günlük hayatımızda yaşadığımız her anı, beynimizin sağ ve sol bölümleri arasında gidip gelerek işlenir ve işlenen bu anılar hafızamızda normal bir anı olarak yerini alır. Ama bazen öyle olumsuz yaşantılar olur ki beynimiz bunu işleyemez ve bu anılar travmatik bir yaşantı olarak hafızamızda asılı kalır ve zaman zaman bir takım tetikleyiciler ile aktif hale gelerek bize olayın ilk günündeki gibi rahatsızlık verir.
Sınavlarla ilgili olumsuz düşünce ve duygularımızın kaynağı da çoğu zaman işlenmemiş anılardır. EMDR ile gencin sınav kaygısına sebebiyet verebilecek, öncesinde yaşamış olduğu olumsuz deneyimler ve kendisi hakkında sahip olduğu olumsuz inançları üzerine çalışılır. Bu şekilde yaşanmış olan olumsuz anıların beyinde işlenmesi sağlanarak, kişinin sınav kaygısına bağlı olarak verdiği bedensel tepkilerin ve sınava dair olumsuz inançların hızlı bir şekilde yok olması sağlanır. EMDR yönteminin çok hızlı ve etkili bir şekilde sonuç veriyor olması tedavi süresini oldukça kısaltmaktadır ve çoğunlukla 2-4 seans gibi kısa bir sürede sınav kaygısı tamamiyle ortadan kalkmaktadır.

Bebeklerde uyuma bozuklukları sıklıkla karşılaştığımız bir durumdur. Öyle ki anne-babalar bununla ilgili ciddi sıkıntılar yaşamaktadırlar. Uykunun bir anlamı da, aslında rahim içi yaşama bir dönüştür. Bilim adamları bunu böyle saptamışlardır. Bebeklerin çeşitli uyuma seremonileri vardır.

Yeni doğan uykusundan uyandığında annesinin memesini emmek ister, emer ve bir süre sonra doymuş ve halinden memnun bir şekilde yeniden uykuya dalar. Bu şekilde annesiyle oral yolla fiziki bir ilişki kurmuş olur ve annesiyle doğum öncesinde ki gibi tek vücut yaşadığı sanısına kapılır. Sonrasında görsel ve işitsel algılamalarının yardımıyla artık anne karnında yaşamadığını anlar. Annesiyle bedensel olarak sürekli yakınlık kurmak ister. Sonra buna bir durum daha eklenir, meme emmek bir haz kaynağına dönüşür. Bebek emer emer ve karnının doymasına aldırmayarak annesinin memesini somurmaya başlar. Zamanla da bunun yerine başka bir eylemi koyar ve baş parmağını somurmaya yönelir.  Süt çocuğu bu koşullar altında rahat uykulara dalar ve bu davranışlar bir alışkanlığa ve uyuma seremonisine dönüşür.

Her çocuğun uyuma seremonisi farklıdır, kimi süt çocuğu annesinin memesinin yerine bir battaniyenin ucunu, bir yastığın köşesini koyar. Kimi çocuklar yüzlerine ince bir bez konulmadan uyumazlar. Böyle bir bez, sanki anne memesinden ayrılmada uyuyormuş hissini uyandırır. Bu tülbentle annesinin sıcaklığını, kokusunu algılar.Bazı süt çocukları ise emziksiz uyumaz. Emzikleri olmadığında korku ve tedirginliğe kapılırlar. Emzikleri ağızlarına verildiğinde, çok geçmeden derin bir uykuya dalarlar.Kimi süt çocukları da vardır ki uyumak için bazı hareketleri ararlar. Ya annelerinin kollarında, ayaklarında ya da arabada veya beşiklerinde sallanarak uyurlar. Böylelikle sanki hala annesinin karnındaymış ve annesiyle bir yerden bir yere taşınıyormuş hissini yaşarlar.

Görüldüğü gibi her çocuğun uyuma seremonisi farklıdır. Kiminin bez parçası, kiminin emzik, kiminin battaniye ucu, kiminin de baş parmağıdır. Bu seremoniler çocuklardan esirgenmemelidir. Ancak bir zaman sonra bu seremonilerden vazgeçilmesini sağlayacak önlemlerde tabi ki alınmalıdır. Zaman içinde haz veren bu uyku seremonileri süre bakımından kısaltılıp sonra ortadan kaldırılabilir. Fakat bunun bir reçetesi yoktur ve çocuklar zorlanarak ve hayal kırıklığına uğratılarak bu seremonilerden vazgeçmek doğru değildir. Bunun doğru zamanını biraz da annelerin iç güdülerine bırakmak gerekir. Çocuk elbette ki yeni duruma alışana kadar ağlayacak ve sızlanacaktır. Anne- babaların bu duruma hazır olmaları ve sabır göstermeleri gerekmektedir.

Çocuklarını bu seremonilerden vazgeçirecek anne, uyumadan çocuğuna bir ninni söyleyebilir, sesiyle çocuğun yalnız olmadığını ona hissettirmelidir. Ve zamanı geldiğinde aşamalı olarak ninni söylemede bırakılır ve çocuk artık kendi kendini sakinleştirmeyi öğrenir ve biraz daha büyüyüp geliştiğinde artık özel bir seremoniye ihtiyaç duymaz. Artık tek başına bir şeye ihtiyaç duymadan uyumayı öğrenmiş olur.

Çocuklarımızı uyuturken;

  • Yalnız olmamalarına
  • Karanlıkta kalmamalarına
  • Uyandıklarında alıştığı kişinin yerinde (anne-baba) bir başkasını görmemelerine dikkat etmek gerekir.

Bu üç durum çocukta korku uyandırmaktadır. Bu korkularda uyuma bozukluklarına sebebiyet vermektedir. Tüm bu uyuma seremonileri korkuya,  yaşanılan tedirginlik ve gerginliğe karşı kişinin kendi kendini savunmasını yani kendini yatıştırmasını sağlar. Bu şekilde çocuk hala ana karnında güvenli bir ortamda olduğu duygusunu yaşar. Fakat uyku seremonilerinin zamanını uzatmamak ve aşamalı bir şekilde yerine başka şeyler koyarak, sonrasında yerine konulan şeylerde yok edilerek sağlıklı bir şekilde sonlandırılması gerekir. Uzayan seremoniler sonrasında ciddi sorunlara dönüşebilir.

Çocuklarınızı Mükemmeliyetçi Yetiştirmeyin

Çocuklarımızı yetiştirirken sıklıkla karşılaşılan tutumlardan biridir mükemmeliyetçilik. Herkes çocuğunu iyi yetiştirmek ister, herkes çocuğunun güzel ve doğru şeyler yapmasını, başarılı olmasını ister. Bu tür özellikleri çocuğuna kazandırmaya çalışır anne-babalar. Fakat bunları yapmaya çalışırken aşırıya kaçmamak önemlidir. Bazı anne-baba için bu bir istekten öte ihtiyaca dönüşmüş durumdadır. Belki de kendilerinin yapamadıklarını çocuklarının üzerinden yapmaya çalışırlar. Çocukları mükemmel olursa onlarda olacaklardır çünkü.

Mükemmeliyetçi ebeveynler, çocuklarının hata yapmalarına izin vermezler. Her şeyi kusursuz yapmalarını beklerler, başarı ve performans odaklıdırlar. Çocuklarının başarıları onlara göre olması gereken bir şeydir, takdir edilmesi gerekmez, ortada bir başarısızlık varsa da kesinlikle eleştirilmelidir. Örn; çocuğunun sınavdan 70-80 alması yeterli değildir, mükemmeliyetçi aile çocuğun neden 100 almadığı ile ilgilenir ve çocuğunu eleştirir.

Mükemmeliyetçi ailelerin katı kuralları vardır ve çocuklar bu kurallara uymadıklarında sert bir şekilde cezalandırılabilirler. Yani çocukları başarılıysa, kurallara uygun davranıyorsa bir sorun yoktur, ama tersi bir durum varsa öfke, kaygı, hayal kırıklığı, ceza vardır. Yani kısacası bu çocuklar koşullu sevgiyi yaşarlar. Anne-babalarının istedikleri gibi olmadıklarında, davranmadıklarında, ailesinin sevgisini ve onayını kaybedeceklerini düşünürler. Bu durumda kendilerini güvende hissedemezler ve daha çok performans kaygısı yaşarlar, kendilerini değersiz hissederler, sevilmeyecek ve beğenilmeyeceklerini düşünürler. Yaptıkları şeyin iyi olduğundan emin olamazlar ve devamlı bir doyumsuzluk ve tatminsizlik yaşarlar.  Yaşadıkları bu durumlar yaşamları boyunca çocuklarda farklı şekillerde ve çeşitli sorunlarla kendini gösterir.

Çocuklarınızın ruh sağlıklarının iyiliği açısından, onları olduğu gibi kabul edin, koşullar ne olursa olsun, onlara kendilerini sevdiğinizi ve değer verdiğinizi belli edin. Onu asla kimseyle kıyaslamayın, çocuğunuzun fikirlerine saygı gösterin ve mutlaka dinleyin. Hata yaptıklarında eleştirmeyin, tekrar denemesi için yüreklendirin. Her çocuğun kapasitesi farklıdır, çocuğunuzun kapasitesinin farkında olun ve ondan ona göre davranışlar bekleyin. Hiçbir konuda çocuklarınızın yerine seçimler yapmayın.

Unutmayın ki aşırı kuralcı, katı, mükemmeliyetçi ailelerde büyüyen bu çocuklarda fazlasıyla kızgınlık ve öfke olacaktır. Zaman zaman bu öfke kendilerine yönelerek, depresyona girmelerine veya kendilerine zarar veren davranışlarda bulunmalarına sebebiyet verebilir. Bu çocuklarda gri renk yoktur. Her şey ya “ak”tır, ya da “kara” dır.

ergenlerle nasıl iletişim kurulur?

Aşağıda sıralanan cümleler benim sıklıkla ergenlerden duyduğum cümlelerdir.

Ailem beni anlamıyor, Ailem arkadaşlarımla görüşmeme izin vermiyor, Kimlerle görüşüp görüşmeyeceğime ailem karar veriyor, Devamlı ders çalışmam konusunda bana baskı yapıyorlar, Beni devamlı eleştiriyorlar veya küçümsüyorlar, Neye elimi atsam sen yapamazsın diyorlar, Hiç söz hakkı tanımıyorlar, Ne kadar yüksek not alırsam alayım onları memnun edemiyorum, Ancak onların istedikleri şeyleri yapınca memnun oluyorlar, Beni durmadan kardeşimle ablamla ağabeyimle akraba çocuklarıyla veya komşu çocuklarıyla kıyaslıyorlar, Beni hiç rahat bırakmıyorlar, her şeyi çok merak ediyorlar ve üst üste sorular soruyorlar.

Ergen, kendisine bir yetişkin gibi davranıldığını ne kadar erken hissederse, kendisi de bir yetişkin gibi davranmayı o derece erken başarabilecektir.

Ergenlik çocuklukla yetişkinlik arasında kalan bir ara dönemdir. Ergenlik, çocukların kendi kimliklerini oluşturdukları, kendilerini anne-babadan ayırdıkları, sosyal hayatlarında önemli ilişkiler kurmaya çalıştıkları, kısacası bağımsızlaşıp birey olmaya çalıştıkları bir dönemdir.

Bağımsızlık, en önemli ruhsal gereksinimlerimizden birisidir. Bireyin bağımsızlık duygusunu yaşayabilmesi için, anne-babadan ayrılabilmesi, bağımlı olmayan ve kendi yaşıtlarının yaşamına uygun bir yaşantı sürebiliyor olması gerekir. Eğer birey kendisini anne babasından ayrı göremez ve öyle bir yaşantı deneyimleyemez ise, onlardan bağımsız hareket edebilme yetisi geliştiremez ve bu da kişinin bağımlı bir kişilik yapısı geliştirmesine sebebiyet verir. Ergenlik döneminde anne-babalar çocuklarıyla iletişim kurmakta zorlanırlar, çocukları için endişelenirler. Bir zamanlar küçük, sevimli, itaat eden, kendilerine hayranlık duyan çocukları gitmiş yerine huysuz, isyankar, inatçı, söz dinlemeyen bir çocuk gelmiştir. Anne- babalar bu çocukla iletişim kurmaya çalışıp, uyum sağlamaya çalışırken, bir yandan da kaybettikleri çocukları için “yas” tutarlar.

Ergenlik döneminde, ergende bir takım fiziksel, duygusal ve bilişsel değişimler gerçekleşir. Ergen bu dönemde hayatında ki değişimlerle uğraşıp bunları anlamaya çalışırken, anne-baba da değişen çocuğunu tanımaya ve anlamaya çalışır.

Anne-baba bu dönemde çocuklarının başlarına bir şey geleceğinden çok endişe duyar ve bu endişe dolayısıyla çocuklarına karşı abartılı bir korumacılık içerisine girerler. Çocuklarının ayakları taşa çarpsın istemezler ve çocuklarının karşılarına çıkabilecek tüm engelleri önceden bilip, ortadan kaldırmaya çalışırlar. Çocuğa sorumluluk verilmez, bir şey yapması istenmez, zaten bir şey yapmasına da izin verilmez. Dolayısıyla bu çocuğun sosyal becerileri gelişmez, bireyleşemez ve ailesine bağımlı bir yapı geliştirir. Ailesine bağımlı bir yapı geliştiren çocukta, ailesinin olmamasının veya onlardan ayrılacağının düşüncesi bile kendisinde dehşet duygularının uyanmasına sebebiyet verir. Bu şekilde aileden ayrışıp bireyselleşmesine izin verilmeyen ergende, yetişkinlik hayatına geldiğinde, birinden ayrılma, birini kaybetme düşüncesi, tek başına hayatını sürdüremeyeceği endişesine yol açar.

Oysa ki ergenin bir birey olabilmesi için anne-babasını reddedebilmeye ihtiyacı vardır. Ergen bu dönemde onlardan ayrılmayı, kendini ayrıştırmayı ve anne-babanın bilmediği sırlara sahip olmayı ister. Anne baba buna izin vermediğinde, aileden uzaklaşmasına tepki gösterdiğinde ergenin birey olması zorlaşır ve gidemeyen ergen de geri dönemez. Burada anne-babaya düşen en önemli görev ergenlerin kendi yaşamlarını etkileyecek önemli kararlar verebilmeyi öğrenerek büyümelerine ve bağımsızlaşmalarına izin vermektir.

Burada bahsettiğimiz izin verme tabi ki sınırsızlık, sınırların olmaması değildir, bahsedilen şey bu sınırlar içerisinde ergenin kendi kanatlarını kullanabilmesine bunu deneyimleyebilmesine, kim olduklarını anlayabilmelerine, istediklerini ifade edebilmelerine olanak tanımasıdır. Bu dönemde ergenler, anne-babaların bir takım önemli tavsiyelerini reddedebilirler, bu da zaten dönemin önemli bir parçasıdır. Ergenlik dönemini yaşayamamış bu bireyler, birer yetişkin olduklarında ilişkilerinden de sıkılabilirler, anne-babalarından ayrılamadıkları gibi mutsuz giden ilişkilerinden de ayrılamazlar.

 

PEKİ ÇOCUKLARIMIZA BU DÖNEMDE NASIL DAVRANMALIYIZ? NASIL İLETİŞİM KURMALIYIZ?

Çocuğunuzla konuşurken “SEN” mesajı yerine “BEN” mesajı verin. Sen mesajı vermek iletişimi engeller, sen dilidir, genellikle kızgınlık ifadesi için kullanılır. Ben dili ile kendi duygularınızı ifade etmiş olursunuz. Ona kırıcı olmadan, kendi hissettiklerinizi söyleyebilirsiniz. Olumlu yaklaşım içerisinde olan anne-babaların “ben böyle hissediyorum” la başlayan cümleler kullandıkları tespit edilmiştir.

Sen      Kes şunu (Emir)

Sen      Sus, yoksa? (Uyarı,tehdit)

Sen      Benim sana gösterdiğim gibi yap (Çözüm getirme, emir)

Sen      Olgun biri gibi düşünmüyorsun (Eleştiri)

Sen      Çocuk gibi davranıyorsun (Aşağılama)

 “Çok kabasın, her zaman sözümü kesiyorsun?”  Bunun yerine , “Bir şey söylemeye başlayıp ta sonunu getiremediğimde çok sinirleniyorum.”

İstenmeyen bir davranış ile karşılaştığınızda, ona karşı duygularınızı ve beklentilerinizi dile getirin.

Çocuğunuza zaman ayırın. Çocuğu sevmek ona istediği pahalı şeyleri almak, sadece maddi şeyleri paylaşmak ona zaman ayırmak, yaşına göre paylaşımlarda bulunmaktır.

Çocuğunuzla birlikteyken sadece onunla meşgul olun, başka bir işle meşgulken çocuğunuzu araya sıkıştırmayın.

Çocuğunuzu aşağılamak, suçlamak yerine onu dinleyin. Dinlendiğini gören çocuk kabul edildiğini ve sevildiğini hisseder. “Anlaşıldım” duygusunu yaşar ve kendi duygularını da rahatlıkla ifade eder.

Çocuğunuza karşı tutarlı olun. Hem kendi içinizde hem de anne-baba olarak aynı tutum ve davranışları sergileyin. Eğer çelişen davranışlarınız olursa çocuğunuz doğruyu bulmakta zorlanır.

Çocuğunuzu başka çocuklarla asla kıyaslamayın ve karşılaştırmayın. Çocuk anne-babası tarafından değerli olduğunu bilmek ister, onu başka çocuklarla kıyaslamanız, karşılaştırmanız kendini değerli görmesini engeller.

Bulunduğunuz ortamda ilk önce huzuru sağlayın. Huzurlu ortam, mükemmel ortamdan daha sağlıklıdır.

Çocuğunuzla ilişkinizde problem yaşadığınızda veya çocuğunuz size ters davrandığında araya mesafe koyun ama küsmeyin. Küsmek çocukça bir davranıştır, mesafe koymak ise saygınlığınızı korumaktır.

İki tip anne-baba yaklaşımı vardır,

  1. Denetleyici Yaklaşım:Bu yaklaşım içinde olan anne-baba, çocuğun tutum ve davranışlarını değiştirmeye çalışır. Denetleyici yaklaşım, tehdit etmek ya da fiziki şiddet göstermek şeklinde olabileceği gibi sevgiyi esirgemek, küsüp iletişimi kesmek veya aşağılayıcı karşılaştırmalar yapmak şeklinde de olabilir. Ebeveynin korku temel, üzerine inşa ettiği saldırgan tutum sonucu, çocuk ya isyankar ya da sindirilmiş bir birey olur.
  2. Destekleyici Yaklaşım: Çocuğa yakın ilgi göstermek, sözle veya dokunarak sevgi belirtmek, onunla ortak faaliyetlerde bulunmak gibi davranışlardır. Çocuklarınızı denetlemek için ikna yolunu kullanırsanız ve destekleyici bir yaklaşım içinde olursanız, çocuklarınızın daha sağlıklı evreler geçirmesine sebebiyet verirsiniz.

Çocuklarınıza sorumluluk verin. Sebepsiz yere kurtarıcı olmayın. Çocuğunuza yaşından küçükmüş gibi davranmayın. Montunu giymez ise üşümeyi, yemek yemezse acıkmayı fark etsin. Sorumluluk duygusu sebep-sonuç ilişkilerini fark ederse gelişir. Onun adına düşünmek yerine düşünmesini sağlayın, onun sorununu çözmek yerine, kendi sorununu çözmesine fırsat verin.

Yasaklar yerine sınırlar ve kurallar koyun. Katı olmak yerine tutarlı olun.

Uzun konuşmalar, sürekli kendinizden örnekler vermek, zor şartlarda büyüdüğünüzden yakınmak, kendisinin ne kadar şanslı olduğunu sürekli belirtmek yarar sağlamaz.

Çocuğunuzun konuşmasına izin verin. Konuşmasını kesmeyin.

Sadece konuşmanın gidişatına açıklık getirmek için:  “eğer söylediğini doğru anladıysam benim ……. yapmadığımı söylemek istiyorsun” “Bakalım söylediklerini doğru anlamış mıyım” gibi onu anlamaya çalıştığınızı gösteren cümleler kurabilirsiniz.

Onlara neye kızdığınızı ve ne hissettiğinizi söyleyin. Uzun nutuklar iletişiminizi kesintiye uğratır.

Çocuğunuzu yetiştirmede eşinizle düştüğünüz fikir ayrılıklarını onun yanında konuşmayın.

Baba çocuk arasındaki ilişki dolaylı değil direkt olmalı. “Anneler, her konuda araya girmeyin!”.

Çocuklarınızın gayretini görün, övücü sözler söylemekten çekinmeyin.

Çocuklarınızı mükemmeliyetçi yetiştirmeyin. Herkes çocuğunu iyi yetiştirmek ister, herkes çocuğunun güzel ve doğru şeyler yapmasını, başarılı olmasını ister. Bu tür özellikleri çocuğuna kazandırmaya çalışır anne-babalar. Fakat bunları yapmaya çalışırken aşırıya kaçmamak önemlidir. Bazı anne-baba için bu bir istekten öte ihtiyaca dönüşmüş durumdadır. Belki de kendilerinin yapamadıklarını çocuklarının üzerinden yapmaya çalışırlar. Çocukları mükemmel olursa onlarda olacaklardır çünkü. Mükemmeliyetçi ebeveynler, çocuklarının hata yapmalarına izin vermezler. Her şeyi kusursuz yapmalarını beklerler, başarı ve performans odaklıdırlar. Çocuklarının başarıları onlara göre olması gereken bir şeydir, takdir edilmesi gerekmez.  Bu şekilde davranılan çocuklar kendilerini YETERSİZ ve DEĞERSİZ hissederler.

Çocuklarınıza ders çalışmalar konusunda baskı yapmayın. Ders çalışmak kuşkusuz ki can sıkıcı bir şeydir. Bu konuda çocuklarınıza baskı yaptığınız sürece onlar çalışmayacaklardır. Bunun yerine sorumluluğun onlara ait olduğunu ve ders çalışmadıkları, okumadıkları takdirde neler olabileceği, çalıştıkları ve okudukları takdirde neler olabilecekleri konusunda onlarla sohbet edip seçimi onlara bırakın.

Çocuklarınızdan kapasitelerinin, ilgilerinin ve yeteneklerinin üzerinde şeyler beklemeyin. Bu durum çocuklarda başarısızlık korkusuna sebebiyet vermekte bu da sınav kaygısı, depresyon, öfke şeklinde kendini göstermektedir.

Çocuğunuza onu sevdiğinizi sadece sözlerinizle değil, ona onu sevdiğinizi, öperek, okşayarak, beden dilinizle de gösterin.

Ve en önemlisi çocuklarınızı TUTARLI ve KOŞULSUZ BİR SEVGİ ile sevin. Onları sadece notlarını daha yüksek aldıklarında veya daha başarılı olduklarında veya sizi mutlu edecekleri şeyler yaptıklarında değil her koşulda sevin ve bunu kendilerine hissettirin. Çünkü bazı çocuklar bunu gerçekten böyle hissetmiyorlar.

Okula Yeni Başlayan Çocuğunuza Nasıl Davranmalısınız?

Okula yeni başlayan çocuklarda bazı sorunlarla karşılaşılabilir. Çocuğun okula başladığında psikolojik sorunlar yaşayıp yaşamaması o güne kadar anne-babasıyla kurduğu ilişkiye ve okul öncesinde ki sosyalleşme deneyimlerine bağlıdır.

Eğer çocuk o güne kadar anne-babasıyla güvenli bir bağlanma geliştirememişse, anne ve baba çocuğunu aşırı korumacı ve bağımlı bir şekilde yetiştirdiyse, çocuk akranlarıyla sosyalleşme deneyimleri yaşayamadıysa ve evde izole bir şekilde yetiştiyse okula başladığında sorunlar yaşayacaktır. Doğal olarak annelerinin ilgi odağı olduğu ve üzerine titredikleri bir ortamdan, yabancı bir ortama girip hiç tanımadıkları insanlarla olmaları çocuklarda huzursuzluk yaratacak ve çocuk doğal olarak okula gitmek istemeyecektir. Çocuk bedensel şikayetlerden tutunda, annesinin onu sevmediğine kadar varan bir takım söylemlerle okula gitmemek için çaba harcayacaktır. Aslında anne babasını bırakamayan çocuk değildir, anne-baba kendi kaygıları, ihtiyaçları vs. yüzünden çocuklarını bugüne kadar bırakamamışlardır.

Yeni ve yabancı bir ortama girecek çocuk için hafif düzeyde uyum problemleri yaşamak normaldir. Bu okula alışma sürecinin bir aşamasıdır. Bu durumda çocuğun gidişatı izlenmeli, bu konuda öğretmeninden de bilgiler alınarak ona göre davranılmalıdır. Fakat süreç içerisinde düzelmeler olmuyor ve olumsuzluklar artıyor ise(alt ıslatma, tırnak yeme, hırçınlık, içe kapanıklık vs.) hiç zaman kaybedilmeden profesyonel bir yardım alınmalıdır.

Çocuğun motivasyonunu arttırmak ve okula uyum sürecini kolaylaştırmak için anne ve baba olarak çocukla sağlıklı bir iletişim kurularak, okul sistemi ile ilgili çocuğa açıklayıcı ve net bilgiler verilmeli, çocuğun aklında soru işareti kalmamasına çalışılmalıdır. Mesela okula haftanın 5 günü gideceği, belirli saatler içerisinde okulda olacağı, sonra tekrar eve döneceği, okulda öğretmeniyle güvenli bir ortamda olacağı, fakat bir sorunla karşılaşırsa anne-babasının hemen okula gelip onun yanında olacağı söylenerek güven duygusu verilmelidir. Ayrıca okulda arkadaşlarının olacağı ve onlarla oyun oynayıp keyifli saatler geçirebileceği de belirtilerek ilgisi çekilmeye çalışılmalıdır.

Anne-babaların kaygılı ve panik duygusu içerisinde olmamaya dikkat etmeleri gerekir, çünkü çocuk bu kaygı ve panik duygusunu fark eder ve kendisi de aynı duyguyu yaşar.

Çocuğun okula gitmesi konusunda her iki ebeveynde aynı tutum ve kararlılıkta olmaya dikkat etmelidir ve çocuklarını cesaretlendirmelidirler.

Çocuk eğer okula gitmek istemiyorsa bunun nedenleri üzerine, çocuğun endişe ve korkuları üzerine açık ve anlaşılır bir şekilde konuşulmalıdır. Bu durumu sadece kendisinin değil başka çocuklarında yaşayabileceği kendisine söylenmelidir.

Çocuklar için en önemli şey güven duygusudur. Anne ve babalar okulun ilk günlerinde çocuklarının yanında olabilirler. Bu güven duygusu kazanmaları için iyi olacaktır. Yalnız olmadıkları konusunda bilgilendirilmeleri, çocuğun anne babasını görebileceği, onu bekledikleri, onu tekrar okuldan alacakları konusunda ki bilgilendirmeler çocuğa sakinleşmesi için iyi gelebilir.

Okulun gerekliliği, zorunluluğu gibi bilgiler çocuğun içselleştirebileceği bilgiler değildir. Bu yüzden bunları söylemek yerine, okulun eğlenceli ve keyif alabileceği bir yer olduğu vurgulanmalıdır. Tabi aile bu türlü konuşmalarla çocuğu motive etmeye çalışırken öğretmende öğrenme sürecini çocuğun ilgisini çekebilecek şekilde keyifli hale getirebilmelidir. Bunun yanı sıra aile de çocuğunun okulda yaşadıklarını sormalı ve ilgiyle dinlemelidir.

Anne ve babalar çocuklarına başarısızlık duygusu yaşatmamalıdırlar. Eğer anne ve baba mükemmeliyetçi bir yapıya sahipse ilk önce bu konuda kendilerini törpülemelidirler. Oku başarısı takıntısı olan ebeveynlerin çocuklarına devamlı başarılı olmalısın mesajını verebileceklerini, onu sınıf arkadaşlarıyla rekabete sokabileceklerini ve bu durumunda çocukta yetersizlik duygusuna sebebiyet verebileceğini unutmamalıdırlar.

Ebeveynler çocukları ödevlerini yaparken hata yaptıklarında bu hataya tahammül edebilmeliler ve yanlışları düzeltmek yerine, hata yapmaktan korkmayan, kendini ifade edebilen, evde de okulda da mutlu olabilen çocuklar olmasına çalışmalıdırlar.  Onların ilk önce çocuk sonra öğrenci olduklarını unutmamalı ve ona göre davranmalıdırlar.

Geçen akşam izlediğim bir filmde duygusal ve çok manidar bir sahneye şahit oldum. Baba ve oğul arasında geçen bir sahneydi, oğul babasına bana her şeyi verdin,  her imkanı sundun fakat beni bir kez olsun öpmedin, saçımı bir kez olsun okşamadın, beni hiç kucaklamadın diyordu. Baba sen bana beni sevdiğini hiç göstermedin diyordu. Bu sahne bir baba-oğul arasında geçti, bir baba-kız, bir anne-oğul veya bir anne-kız arasında da geçebilirdi. Ve etrafımızda yüzlerce binlerce bu tür örneğe rastlayabiliriz. Tabi ki anne-babalar evlatlarını çok severler ve değer verirler. Her türlü ihtiyaçlarını manevi ve maddi ellerinden geldiğince karşılamaya çalışırlar. Evet sevginin gösterilmesinde bir çok yol vardır. Onların istediği bir yemeği yapmak, aldıkları bir hediye, gittikleri bir futbol maçı, sayılması mümkün olmayan bir çok fedakarlık, bir çok paylaşım.  Fakat burada bahsetmek istediğim konu anne-babaların çocuklarını severken, onaylarken, takdir ederken onları sevgiyle kucaklamak, öpmek, belki de saçlarını okşamak, ya da sırtlarını sıvazlamak gibi davranışlarda bulunup bulunmadıklarıdır. Oysa ki sevginin bu şekilde gösterilmesi çok çok önemlidir. Toplumumuzda bazı kültürlerde anne-babaların çocuklarını kendi anne-babalarının yanında bu şekilde sevmeleri bile ayıp karşılanmıştır. Hatta çocuklarına sevgilerini bu şekilde gösterdiklerinde onların şımaracaklarını düşünen anne-babalar  var, bunlara günümüzde de şahit olmak mümkün.

Oysa ki bebekler yaşamın ilk evrelerinden başlayarak dokunulmayı, kucaklanmayı isterler. Anne-bebek arasında ki ilişkinin kurulmasında, güvenli bağlanmanın oluşmasında fiziksel temas çok önemlidir. Kucaklayarak, öperek, okşayarak kurulan ilişki bedensel temasa duyulan ihtiyacın karşılanmasında önemli rol oynar. Çocuğunu olduğu gibi kabul eden, onu destekleyen ve yüreklendiren aile üyeleri, çocuğun benlik değerinin tohumlarını ekmiş olur. Bunun yanı sıra çocuğu kabul belirtilerinden biri de kucaklamak, öperek sevmek gibi fiziksel temastır.

Bazı araştırma bulguları, psikosomatik hastalıkları olan kişilerin yeteri kadar yakın bedensel temasla, sevilme deneyimine sahip olmadıklarını, öpülüp kucaklanmadıklarını ortaya koymuştur. Psikosomatik rahatsızlıkların yanı sıra kişinin ebeveynlerinden gördükleri/görmedikleri fiziksel temas, ileride kişinin aşk hayatında da, cinsel hayatında da, kendi çocuklarına gösterecekleri yakınlıkta da ortaya çıkacaktır.

1-3 Yaş Çocuğunda Öfke Nöbetleri

1-3 yaş arasındaki dönem çocuklarda öfke nöbetlerinin, isyanların, inatlaşmaların, mantıksız taleplerin yaşandığı bir dönemdir. Her anne-baba bu dönemle tanışır, çocuklarında yaşanan değişimlere şaşırıp kalırlar ve endişe duyarlar. Bu süreci nasıl yöneteceklerini bilemeyebilirler. Çocuğumuzun yaşadığı bu değişimler aslında bir şımarıklık, kural tanımamazlık, yaramazlık vs. değildir, içinden geçtikleri döneme bağlı olan normal bir gelişim seyridir.

Artık küçük bebeğiniz büyümekte ve özgürleşmeye başlamaktadır. Kendi başına bir şeyler yapmanın, yürümenin, yemek yiyebilmenin hazzını yaşamaktadır. Düşünüldüğünde o minicik çocuklar için bunları yapabilmek ne büyük adımlardır.  Bu dönemde çocuklar bir yandan dünyayı keşfetmek isterlerken bir yandan da tehlikelerle karşılaşma korkusu yaşarlar. O güne kadar annesinin kucağından ayrılmayan çocuk, yürümeye başlamakla beraber artık kendi isteği ile annesinden uzaklaşmaya çalışır. Bu bebeğin anneden ayrılması ve bireyleşmesi için gerekli bir aşamadır. Bir yandan bunu yapma isteği içerisindeyken bir yandan da anneden ayrıldıklarında, annenin sevgisini kaybedecekleri için korku yaşarlar. Hele bir de anne-babası tarafından “hayır” kelimesi ile karşılaşmaya başladıklarında, engellenmeye başladıklarında, bir yandan bu korkuları tetiklenir bir yandan da hayal kırıklıkları yaşamaya başlarlar. Bu onlar için oldukça kafa karıştırıcı bir dönem olur.

1-3 yaş çocuğu her şeyi kendisi yapmak ister, onun istediği olsun ister, ona istemediği bir şeyi yaptırmak bu dönemde imkansız gibi bir şeydir. Kendi istedikleri de olmayınca öfke krizleri yaşar. Yaşadıkları bu öfke nöbeti esnasında kendilerini başka türlü ifade edecek bir dile henüz sahip olamadıkları için de çoğu zaman ağlarlar, ellerindekini fırlatabilirler, kendilerine veya çevresine zarar verici davranışlarda bulunabilirler. Çünkü başka çareleri yoktur. Bu evrede çocuklara mantıklı açıklamalar yapmaya çalışmak anlamsızdır. Çünkü beyinlerinin mantık ve kendilerini kontrol etmekle ilgili kısmı henüz tam anlamıyla gelişmemiştir.

Bu dönemde çocuklar reddedici olurlar ve en sevdikleri kelime genelde “hayır” demektir. Siz ona ne sunarsanız, ne söylerseniz hayır diyecektir. Yemek yedirmek istediğinizde o istemeyecek, giydirmek istediğinizde karşı koyacak ve kaçacak, uyutmak istediğinizde “hayır uyumam” diyecektir. Çünkü bağımsızlaşmak demek “hayır” demektir çocuklar için. Aslında bu dönem anne-babaların korkulu rüyası olan 2 yaş sendromudur. 2 yaş sendromu, tam 2 yaşında aniden yaşanmaya başlanacak değildir elbet. 1-3 yaş dönemi arasında yaşananlardır. Yani bu dönemde siz ne söylerseniz çocuk hayır diyerek sizi reddecektir. Siz de çocuğunuza hayır dediğinizde inatlaşmalar yaşadığınızda bu süreç daha da sancılı olacaktır. O yüzden çocuğunuz bir şey istediğinde, talep ettiği şey için ona hayır demeden önce düşünmeniz ve “hayır”larınızı daha tasarruflu harcamanız durumu daha kolaylaştıracaktır. Burada “hayır” diyeceğiniz ve diyemeyeceğiniz şeyleri iyi ayırt etmeniz gerekecektir. Çocuğunuza zarar verecek şeylere tabi ki izin veremezsiniz, fakat kırılmayacak bir eşyaya uzandığında elleme demeden önce belki bir kez daha düşünebilirsiniz.

Diyelim ki, çocuk kendisine zararı dokunabilecek bir şey yapmak istedi vs. bu durumda siz de hayır dediniz ve çocuğunuz kontrolden çıktı ve durmaksızın ağlamaya başladı, bu kriz anında yapılması gereken, ne onunla mantıklı bir şekilde konuşmaya çalışmak ne de az önce hayır dediğiniz şeyi aslında çokta zararlı değilmiş diyerek çocuğun yapmasına izin vermektir. Önce “hayır” dediğiniz şeye sonradan “evet” diyorsanız bu yanlış bir davranıştır. Çocuk böylelikle çok ağladığında, tepindiğinde istediğinin olabileceği mesajını almış olur ve bunu sonrasında da her isteği için kullanır. Eğer bir şey en başından “hayır” ise öyle kalmalıdır. Kalmayacaksa da baştan söylenmemelidir. Böyle bir durumda yapılması gereken şey, çocuğun kendisine zarar vermesini engelleyerek, söylenmeden, bağırıp çağırmadan yanından uzaklaşmaktır. Zor olsa da sakinlik içerisinde bu anın geçmesini beklemektir. Kriz bittiğinde, ağlaması kesildiğinde yorulan ve istediği olmadığı için kendisini yenik hisseden çocuğunuza sevginizi gösterin, ona ağlamadığı için ne kadar mutlu olduğunuzu ifade edin ve onunla birlikte zaman geçirin.

Bu şekilde davranarak bu dönemin daha sancısız atlatılmasını ve daha kısa sürmesini sağlayabilirsiniz. Unutmayın ki 2 yaş sendromu geçecek yerine yeni krizlerin yaşanacağı başka dönemler gelecektir. Önemli olan çocuğumuzla olan ilişkilerimizi yıpratmadan her iki tarafında kendisini mutlu hissedeceği adımlar atabilmektir.

Kız çocuğunun hayatında babanın rolü çok büyüktür. Baba, kız çocuğunun bağ kurduğu ilk erkektir. Dolayısıyla sonrasında bir erkekle kurulan yakın ilişkinin nasıl olabileceğine dair model oluşturur.  Kız çocuğunun babayla olan ilişkisinde yaşadığı olumlu ve olumsuz yaşantılar, nasıl bir genç ve yetişkin olacağında, ileri dönemlerde ki ilişkilerinde ve eş seçiminde etkili olacaktır.

Bir kız çocuğunun babası tarafından değerli olduğunu görmesi ve hissetmesi, ilerleyen dönemlerde bireyselleşmesi ve biricik olduğunu hissedebilmesi açısından çok önemlidir. Kız çocuğunun babasından beklediği, onaylanmak, takdir görmek, beğenilmek ve karşı cins olarak olduğu gibi kabul görmektir. Kız bunu babayla ola ilişkisinde doğrudan yaşantılayabileceği gibi, babasının annesine olan davranışları üzerinden de dolaylı olarak alabilir.

Bir baba anlaşılabilir ve açıklanabilir bir sebep olmadan kızının hayatından aniden çıkmış ise bu durum bir takım ruhsal sorunlara sebep olacaktır. Kız çocuğu böyle bir durumda kendisini terk edilmiş, güvensiz ve ihanete uğramış hissedecektir. Sonraki yaşantılarında da terk edilme duygusu hayatını kontrol ediyor olacaktır ve sağlıklı ilişkiler kuramayacaktır. Babanın bir hastalıkla veya ölümle kızının hayatından çıkmış olması ise iyi bir anne-kız ilişkisi ile atlatılabilir.

İlişkileri olumsuz etkileyecek diğer bir durum ise, baskıcı ve otoriter bir babalıktır. Babanın sert ve otoriter tutumu, kızın kendisini ifade etmesini, becerilerini sergilemesini engelleyecek ve kız yetişkin olduğunda erkeklerle olan ilişkilerinde de bu tutumlar içerisinde olacaktır. Silik ve birey olarak var olmayan bir kişi olarak yetişecek ve öyle kadınlar, anneler olacaklardır. Bunun yanı sıra alaycı ve eleştirel babalarda kızlarının hayatında olumsuz yaralar açacaklardır.

Kız çocuklarının eş seçiminde genelde babaları gibi erkekleri seçtikleri bilinir. Fakat babasından ilgi ve şefkat göremeyen kızlar kendinden daha yaşlı veya olgun erkekleri seçerler. Babalarından alamadıkları ilgi ve şefkati bu şekilde telafi etmeye çalışırlar. Bu durum bazen yanlış ve uygunsuz seçimlere neden olur.

Babasıyla ilişkileri iyi olan kız çocuklarının ise ileride özgüveni yüksek, kendini rahat ifade edebilen yetişkinler oldukları ve bu kız çocuklarının ruh sağlıklarının da kolay kolay bozulmadığı görülür.