Category Archive : BLOG

Çocuklarınızı Mükemmeliyetçi Yetiştirmeyin

Çocuklarımızı yetiştirirken sıklıkla karşılaşılan tutumlardan biridir mükemmeliyetçilik. Herkes çocuğunu iyi yetiştirmek ister, herkes çocuğunun güzel ve doğru şeyler yapmasını, başarılı olmasını ister. Bu tür özellikleri çocuğuna kazandırmaya çalışır anne-babalar. Fakat bunları yapmaya çalışırken aşırıya kaçmamak önemlidir. Bazı anne-baba için bu bir istekten öte ihtiyaca dönüşmüş durumdadır. Belki de kendilerinin yapamadıklarını çocuklarının üzerinden yapmaya çalışırlar. Çocukları mükemmel olursa onlarda olacaklardır çünkü.

Mükemmeliyetçi ebeveynler, çocuklarının hata yapmalarına izin vermezler. Her şeyi kusursuz yapmalarını beklerler, başarı ve performans odaklıdırlar. Çocuklarının başarıları onlara göre olması gereken bir şeydir, takdir edilmesi gerekmez, ortada bir başarısızlık varsa da kesinlikle eleştirilmelidir. Örn; çocuğunun sınavdan 70-80 alması yeterli değildir, mükemmeliyetçi aile çocuğun neden 100 almadığı ile ilgilenir ve çocuğunu eleştirir.

Mükemmeliyetçi ailelerin katı kuralları vardır ve çocuklar bu kurallara uymadıklarında sert bir şekilde cezalandırılabilirler. Yani çocukları başarılıysa, kurallara uygun davranıyorsa bir sorun yoktur, ama tersi bir durum varsa öfke, kaygı, hayal kırıklığı, ceza vardır. Yani kısacası bu çocuklar koşullu sevgiyi yaşarlar. Anne-babalarının istedikleri gibi olmadıklarında, davranmadıklarında, ailesinin sevgisini ve onayını kaybedeceklerini düşünürler. Bu durumda kendilerini güvende hissedemezler ve daha çok performans kaygısı yaşarlar, kendilerini değersiz hissederler, sevilmeyecek ve beğenilmeyeceklerini düşünürler. Yaptıkları şeyin iyi olduğundan emin olamazlar ve devamlı bir doyumsuzluk ve tatminsizlik yaşarlar.  Yaşadıkları bu durumlar yaşamları boyunca çocuklarda farklı şekillerde ve çeşitli sorunlarla kendini gösterir.

Çocuklarınızın ruh sağlıklarının iyiliği açısından, onları olduğu gibi kabul edin, koşullar ne olursa olsun, onlara kendilerini sevdiğinizi ve değer verdiğinizi belli edin. Onu asla kimseyle kıyaslamayın, çocuğunuzun fikirlerine saygı gösterin ve mutlaka dinleyin. Hata yaptıklarında eleştirmeyin, tekrar denemesi için yüreklendirin. Her çocuğun kapasitesi farklıdır, çocuğunuzun kapasitesinin farkında olun ve ondan ona göre davranışlar bekleyin. Hiçbir konuda çocuklarınızın yerine seçimler yapmayın.

Unutmayın ki aşırı kuralcı, katı, mükemmeliyetçi ailelerde büyüyen bu çocuklarda fazlasıyla kızgınlık ve öfke olacaktır. Zaman zaman bu öfke kendilerine yönelerek, depresyona girmelerine veya kendilerine zarar veren davranışlarda bulunmalarına sebebiyet verebilir. Bu çocuklarda gri renk yoktur. Her şey ya “ak”tır, ya da “kara” dır.

ergenlerle nasıl iletişim kurulur?

Aşağıda sıralanan cümleler benim sıklıkla ergenlerden duyduğum cümlelerdir.

Ailem beni anlamıyor, Ailem arkadaşlarımla görüşmeme izin vermiyor, Kimlerle görüşüp görüşmeyeceğime ailem karar veriyor, Devamlı ders çalışmam konusunda bana baskı yapıyorlar, Beni devamlı eleştiriyorlar veya küçümsüyorlar, Neye elimi atsam sen yapamazsın diyorlar, Hiç söz hakkı tanımıyorlar, Ne kadar yüksek not alırsam alayım onları memnun edemiyorum, Ancak onların istedikleri şeyleri yapınca memnun oluyorlar, Beni durmadan kardeşimle ablamla ağabeyimle akraba çocuklarıyla veya komşu çocuklarıyla kıyaslıyorlar, Beni hiç rahat bırakmıyorlar, her şeyi çok merak ediyorlar ve üst üste sorular soruyorlar.

Ergen, kendisine bir yetişkin gibi davranıldığını ne kadar erken hissederse, kendisi de bir yetişkin gibi davranmayı o derece erken başarabilecektir.

Ergenlik çocuklukla yetişkinlik arasında kalan bir ara dönemdir. Ergenlik, çocukların kendi kimliklerini oluşturdukları, kendilerini anne-babadan ayırdıkları, sosyal hayatlarında önemli ilişkiler kurmaya çalıştıkları, kısacası bağımsızlaşıp birey olmaya çalıştıkları bir dönemdir.

Bağımsızlık, en önemli ruhsal gereksinimlerimizden birisidir. Bireyin bağımsızlık duygusunu yaşayabilmesi için, anne-babadan ayrılabilmesi, bağımlı olmayan ve kendi yaşıtlarının yaşamına uygun bir yaşantı sürebiliyor olması gerekir. Eğer birey kendisini anne babasından ayrı göremez ve öyle bir yaşantı deneyimleyemez ise, onlardan bağımsız hareket edebilme yetisi geliştiremez ve bu da kişinin bağımlı bir kişilik yapısı geliştirmesine sebebiyet verir. Ergenlik döneminde anne-babalar çocuklarıyla iletişim kurmakta zorlanırlar, çocukları için endişelenirler. Bir zamanlar küçük, sevimli, itaat eden, kendilerine hayranlık duyan çocukları gitmiş yerine huysuz, isyankar, inatçı, söz dinlemeyen bir çocuk gelmiştir. Anne- babalar bu çocukla iletişim kurmaya çalışıp, uyum sağlamaya çalışırken, bir yandan da kaybettikleri çocukları için “yas” tutarlar.

Ergenlik döneminde, ergende bir takım fiziksel, duygusal ve bilişsel değişimler gerçekleşir. Ergen bu dönemde hayatında ki değişimlerle uğraşıp bunları anlamaya çalışırken, anne-baba da değişen çocuğunu tanımaya ve anlamaya çalışır.

Anne-baba bu dönemde çocuklarının başlarına bir şey geleceğinden çok endişe duyar ve bu endişe dolayısıyla çocuklarına karşı abartılı bir korumacılık içerisine girerler. Çocuklarının ayakları taşa çarpsın istemezler ve çocuklarının karşılarına çıkabilecek tüm engelleri önceden bilip, ortadan kaldırmaya çalışırlar. Çocuğa sorumluluk verilmez, bir şey yapması istenmez, zaten bir şey yapmasına da izin verilmez. Dolayısıyla bu çocuğun sosyal becerileri gelişmez, bireyleşemez ve ailesine bağımlı bir yapı geliştirir. Ailesine bağımlı bir yapı geliştiren çocukta, ailesinin olmamasının veya onlardan ayrılacağının düşüncesi bile kendisinde dehşet duygularının uyanmasına sebebiyet verir. Bu şekilde aileden ayrışıp bireyselleşmesine izin verilmeyen ergende, yetişkinlik hayatına geldiğinde, birinden ayrılma, birini kaybetme düşüncesi, tek başına hayatını sürdüremeyeceği endişesine yol açar.

Oysa ki ergenin bir birey olabilmesi için anne-babasını reddedebilmeye ihtiyacı vardır. Ergen bu dönemde onlardan ayrılmayı, kendini ayrıştırmayı ve anne-babanın bilmediği sırlara sahip olmayı ister. Anne baba buna izin vermediğinde, aileden uzaklaşmasına tepki gösterdiğinde ergenin birey olması zorlaşır ve gidemeyen ergen de geri dönemez. Burada anne-babaya düşen en önemli görev ergenlerin kendi yaşamlarını etkileyecek önemli kararlar verebilmeyi öğrenerek büyümelerine ve bağımsızlaşmalarına izin vermektir.

Burada bahsettiğimiz izin verme tabi ki sınırsızlık, sınırların olmaması değildir, bahsedilen şey bu sınırlar içerisinde ergenin kendi kanatlarını kullanabilmesine bunu deneyimleyebilmesine, kim olduklarını anlayabilmelerine, istediklerini ifade edebilmelerine olanak tanımasıdır. Bu dönemde ergenler, anne-babaların bir takım önemli tavsiyelerini reddedebilirler, bu da zaten dönemin önemli bir parçasıdır. Ergenlik dönemini yaşayamamış bu bireyler, birer yetişkin olduklarında ilişkilerinden de sıkılabilirler, anne-babalarından ayrılamadıkları gibi mutsuz giden ilişkilerinden de ayrılamazlar.

 

PEKİ ÇOCUKLARIMIZA BU DÖNEMDE NASIL DAVRANMALIYIZ? NASIL İLETİŞİM KURMALIYIZ?

Çocuğunuzla konuşurken “SEN” mesajı yerine “BEN” mesajı verin. Sen mesajı vermek iletişimi engeller, sen dilidir, genellikle kızgınlık ifadesi için kullanılır. Ben dili ile kendi duygularınızı ifade etmiş olursunuz. Ona kırıcı olmadan, kendi hissettiklerinizi söyleyebilirsiniz. Olumlu yaklaşım içerisinde olan anne-babaların “ben böyle hissediyorum” la başlayan cümleler kullandıkları tespit edilmiştir.

Sen      Kes şunu (Emir)

Sen      Sus, yoksa? (Uyarı,tehdit)

Sen      Benim sana gösterdiğim gibi yap (Çözüm getirme, emir)

Sen      Olgun biri gibi düşünmüyorsun (Eleştiri)

Sen      Çocuk gibi davranıyorsun (Aşağılama)

 “Çok kabasın, her zaman sözümü kesiyorsun?”  Bunun yerine , “Bir şey söylemeye başlayıp ta sonunu getiremediğimde çok sinirleniyorum.”

İstenmeyen bir davranış ile karşılaştığınızda, ona karşı duygularınızı ve beklentilerinizi dile getirin.

Çocuğunuza zaman ayırın. Çocuğu sevmek ona istediği pahalı şeyleri almak, sadece maddi şeyleri paylaşmak ona zaman ayırmak, yaşına göre paylaşımlarda bulunmaktır.

Çocuğunuzla birlikteyken sadece onunla meşgul olun, başka bir işle meşgulken çocuğunuzu araya sıkıştırmayın.

Çocuğunuzu aşağılamak, suçlamak yerine onu dinleyin. Dinlendiğini gören çocuk kabul edildiğini ve sevildiğini hisseder. “Anlaşıldım” duygusunu yaşar ve kendi duygularını da rahatlıkla ifade eder.

Çocuğunuza karşı tutarlı olun. Hem kendi içinizde hem de anne-baba olarak aynı tutum ve davranışları sergileyin. Eğer çelişen davranışlarınız olursa çocuğunuz doğruyu bulmakta zorlanır.

Çocuğunuzu başka çocuklarla asla kıyaslamayın ve karşılaştırmayın. Çocuk anne-babası tarafından değerli olduğunu bilmek ister, onu başka çocuklarla kıyaslamanız, karşılaştırmanız kendini değerli görmesini engeller.

Bulunduğunuz ortamda ilk önce huzuru sağlayın. Huzurlu ortam, mükemmel ortamdan daha sağlıklıdır.

Çocuğunuzla ilişkinizde problem yaşadığınızda veya çocuğunuz size ters davrandığında araya mesafe koyun ama küsmeyin. Küsmek çocukça bir davranıştır, mesafe koymak ise saygınlığınızı korumaktır.

İki tip anne-baba yaklaşımı vardır,

  1. Denetleyici Yaklaşım:Bu yaklaşım içinde olan anne-baba, çocuğun tutum ve davranışlarını değiştirmeye çalışır. Denetleyici yaklaşım, tehdit etmek ya da fiziki şiddet göstermek şeklinde olabileceği gibi sevgiyi esirgemek, küsüp iletişimi kesmek veya aşağılayıcı karşılaştırmalar yapmak şeklinde de olabilir. Ebeveynin korku temel, üzerine inşa ettiği saldırgan tutum sonucu, çocuk ya isyankar ya da sindirilmiş bir birey olur.
  2. Destekleyici Yaklaşım: Çocuğa yakın ilgi göstermek, sözle veya dokunarak sevgi belirtmek, onunla ortak faaliyetlerde bulunmak gibi davranışlardır. Çocuklarınızı denetlemek için ikna yolunu kullanırsanız ve destekleyici bir yaklaşım içinde olursanız, çocuklarınızın daha sağlıklı evreler geçirmesine sebebiyet verirsiniz.

Çocuklarınıza sorumluluk verin. Sebepsiz yere kurtarıcı olmayın. Çocuğunuza yaşından küçükmüş gibi davranmayın. Montunu giymez ise üşümeyi, yemek yemezse acıkmayı fark etsin. Sorumluluk duygusu sebep-sonuç ilişkilerini fark ederse gelişir. Onun adına düşünmek yerine düşünmesini sağlayın, onun sorununu çözmek yerine, kendi sorununu çözmesine fırsat verin.

Yasaklar yerine sınırlar ve kurallar koyun. Katı olmak yerine tutarlı olun.

Uzun konuşmalar, sürekli kendinizden örnekler vermek, zor şartlarda büyüdüğünüzden yakınmak, kendisinin ne kadar şanslı olduğunu sürekli belirtmek yarar sağlamaz.

Çocuğunuzun konuşmasına izin verin. Konuşmasını kesmeyin.

Sadece konuşmanın gidişatına açıklık getirmek için:  “eğer söylediğini doğru anladıysam benim ……. yapmadığımı söylemek istiyorsun” “Bakalım söylediklerini doğru anlamış mıyım” gibi onu anlamaya çalıştığınızı gösteren cümleler kurabilirsiniz.

Onlara neye kızdığınızı ve ne hissettiğinizi söyleyin. Uzun nutuklar iletişiminizi kesintiye uğratır.

Çocuğunuzu yetiştirmede eşinizle düştüğünüz fikir ayrılıklarını onun yanında konuşmayın.

Baba çocuk arasındaki ilişki dolaylı değil direkt olmalı. “Anneler, her konuda araya girmeyin!”.

Çocuklarınızın gayretini görün, övücü sözler söylemekten çekinmeyin.

Çocuklarınızı mükemmeliyetçi yetiştirmeyin. Herkes çocuğunu iyi yetiştirmek ister, herkes çocuğunun güzel ve doğru şeyler yapmasını, başarılı olmasını ister. Bu tür özellikleri çocuğuna kazandırmaya çalışır anne-babalar. Fakat bunları yapmaya çalışırken aşırıya kaçmamak önemlidir. Bazı anne-baba için bu bir istekten öte ihtiyaca dönüşmüş durumdadır. Belki de kendilerinin yapamadıklarını çocuklarının üzerinden yapmaya çalışırlar. Çocukları mükemmel olursa onlarda olacaklardır çünkü. Mükemmeliyetçi ebeveynler, çocuklarının hata yapmalarına izin vermezler. Her şeyi kusursuz yapmalarını beklerler, başarı ve performans odaklıdırlar. Çocuklarının başarıları onlara göre olması gereken bir şeydir, takdir edilmesi gerekmez.  Bu şekilde davranılan çocuklar kendilerini YETERSİZ ve DEĞERSİZ hissederler.

Çocuklarınıza ders çalışmalar konusunda baskı yapmayın. Ders çalışmak kuşkusuz ki can sıkıcı bir şeydir. Bu konuda çocuklarınıza baskı yaptığınız sürece onlar çalışmayacaklardır. Bunun yerine sorumluluğun onlara ait olduğunu ve ders çalışmadıkları, okumadıkları takdirde neler olabileceği, çalıştıkları ve okudukları takdirde neler olabilecekleri konusunda onlarla sohbet edip seçimi onlara bırakın.

Çocuklarınızdan kapasitelerinin, ilgilerinin ve yeteneklerinin üzerinde şeyler beklemeyin. Bu durum çocuklarda başarısızlık korkusuna sebebiyet vermekte bu da sınav kaygısı, depresyon, öfke şeklinde kendini göstermektedir.

Çocuğunuza onu sevdiğinizi sadece sözlerinizle değil, ona onu sevdiğinizi, öperek, okşayarak, beden dilinizle de gösterin.

Ve en önemlisi çocuklarınızı TUTARLI ve KOŞULSUZ BİR SEVGİ ile sevin. Onları sadece notlarını daha yüksek aldıklarında veya daha başarılı olduklarında veya sizi mutlu edecekleri şeyler yaptıklarında değil her koşulda sevin ve bunu kendilerine hissettirin. Çünkü bazı çocuklar bunu gerçekten böyle hissetmiyorlar.

Okula Yeni Başlayan Çocuğunuza Nasıl Davranmalısınız?

Okula yeni başlayan çocuklarda bazı sorunlarla karşılaşılabilir. Çocuğun okula başladığında psikolojik sorunlar yaşayıp yaşamaması o güne kadar anne-babasıyla kurduğu ilişkiye ve okul öncesinde ki sosyalleşme deneyimlerine bağlıdır.

Eğer çocuk o güne kadar anne-babasıyla güvenli bir bağlanma geliştirememişse, anne ve baba çocuğunu aşırı korumacı ve bağımlı bir şekilde yetiştirdiyse, çocuk akranlarıyla sosyalleşme deneyimleri yaşayamadıysa ve evde izole bir şekilde yetiştiyse okula başladığında sorunlar yaşayacaktır. Doğal olarak annelerinin ilgi odağı olduğu ve üzerine titredikleri bir ortamdan, yabancı bir ortama girip hiç tanımadıkları insanlarla olmaları çocuklarda huzursuzluk yaratacak ve çocuk doğal olarak okula gitmek istemeyecektir. Çocuk bedensel şikayetlerden tutunda, annesinin onu sevmediğine kadar varan bir takım söylemlerle okula gitmemek için çaba harcayacaktır. Aslında anne babasını bırakamayan çocuk değildir, anne-baba kendi kaygıları, ihtiyaçları vs. yüzünden çocuklarını bugüne kadar bırakamamışlardır.

Yeni ve yabancı bir ortama girecek çocuk için hafif düzeyde uyum problemleri yaşamak normaldir. Bu okula alışma sürecinin bir aşamasıdır. Bu durumda çocuğun gidişatı izlenmeli, bu konuda öğretmeninden de bilgiler alınarak ona göre davranılmalıdır. Fakat süreç içerisinde düzelmeler olmuyor ve olumsuzluklar artıyor ise(alt ıslatma, tırnak yeme, hırçınlık, içe kapanıklık vs.) hiç zaman kaybedilmeden profesyonel bir yardım alınmalıdır.

Çocuğun motivasyonunu arttırmak ve okula uyum sürecini kolaylaştırmak için anne ve baba olarak çocukla sağlıklı bir iletişim kurularak, okul sistemi ile ilgili çocuğa açıklayıcı ve net bilgiler verilmeli, çocuğun aklında soru işareti kalmamasına çalışılmalıdır. Mesela okula haftanın 5 günü gideceği, belirli saatler içerisinde okulda olacağı, sonra tekrar eve döneceği, okulda öğretmeniyle güvenli bir ortamda olacağı, fakat bir sorunla karşılaşırsa anne-babasının hemen okula gelip onun yanında olacağı söylenerek güven duygusu verilmelidir. Ayrıca okulda arkadaşlarının olacağı ve onlarla oyun oynayıp keyifli saatler geçirebileceği de belirtilerek ilgisi çekilmeye çalışılmalıdır.

Anne-babaların kaygılı ve panik duygusu içerisinde olmamaya dikkat etmeleri gerekir, çünkü çocuk bu kaygı ve panik duygusunu fark eder ve kendisi de aynı duyguyu yaşar.

Çocuğun okula gitmesi konusunda her iki ebeveynde aynı tutum ve kararlılıkta olmaya dikkat etmelidir ve çocuklarını cesaretlendirmelidirler.

Çocuk eğer okula gitmek istemiyorsa bunun nedenleri üzerine, çocuğun endişe ve korkuları üzerine açık ve anlaşılır bir şekilde konuşulmalıdır. Bu durumu sadece kendisinin değil başka çocuklarında yaşayabileceği kendisine söylenmelidir.

Çocuklar için en önemli şey güven duygusudur. Anne ve babalar okulun ilk günlerinde çocuklarının yanında olabilirler. Bu güven duygusu kazanmaları için iyi olacaktır. Yalnız olmadıkları konusunda bilgilendirilmeleri, çocuğun anne babasını görebileceği, onu bekledikleri, onu tekrar okuldan alacakları konusunda ki bilgilendirmeler çocuğa sakinleşmesi için iyi gelebilir.

Okulun gerekliliği, zorunluluğu gibi bilgiler çocuğun içselleştirebileceği bilgiler değildir. Bu yüzden bunları söylemek yerine, okulun eğlenceli ve keyif alabileceği bir yer olduğu vurgulanmalıdır. Tabi aile bu türlü konuşmalarla çocuğu motive etmeye çalışırken öğretmende öğrenme sürecini çocuğun ilgisini çekebilecek şekilde keyifli hale getirebilmelidir. Bunun yanı sıra aile de çocuğunun okulda yaşadıklarını sormalı ve ilgiyle dinlemelidir.

Anne ve babalar çocuklarına başarısızlık duygusu yaşatmamalıdırlar. Eğer anne ve baba mükemmeliyetçi bir yapıya sahipse ilk önce bu konuda kendilerini törpülemelidirler. Oku başarısı takıntısı olan ebeveynlerin çocuklarına devamlı başarılı olmalısın mesajını verebileceklerini, onu sınıf arkadaşlarıyla rekabete sokabileceklerini ve bu durumunda çocukta yetersizlik duygusuna sebebiyet verebileceğini unutmamalıdırlar.

Ebeveynler çocukları ödevlerini yaparken hata yaptıklarında bu hataya tahammül edebilmeliler ve yanlışları düzeltmek yerine, hata yapmaktan korkmayan, kendini ifade edebilen, evde de okulda da mutlu olabilen çocuklar olmasına çalışmalıdırlar.  Onların ilk önce çocuk sonra öğrenci olduklarını unutmamalı ve ona göre davranmalıdırlar.

Geçen akşam izlediğim bir filmde duygusal ve çok manidar bir sahneye şahit oldum. Baba ve oğul arasında geçen bir sahneydi, oğul babasına bana her şeyi verdin,  her imkanı sundun fakat beni bir kez olsun öpmedin, saçımı bir kez olsun okşamadın, beni hiç kucaklamadın diyordu. Baba sen bana beni sevdiğini hiç göstermedin diyordu. Bu sahne bir baba-oğul arasında geçti, bir baba-kız, bir anne-oğul veya bir anne-kız arasında da geçebilirdi. Ve etrafımızda yüzlerce binlerce bu tür örneğe rastlayabiliriz. Tabi ki anne-babalar evlatlarını çok severler ve değer verirler. Her türlü ihtiyaçlarını manevi ve maddi ellerinden geldiğince karşılamaya çalışırlar. Evet sevginin gösterilmesinde bir çok yol vardır. Onların istediği bir yemeği yapmak, aldıkları bir hediye, gittikleri bir futbol maçı, sayılması mümkün olmayan bir çok fedakarlık, bir çok paylaşım.  Fakat burada bahsetmek istediğim konu anne-babaların çocuklarını severken, onaylarken, takdir ederken onları sevgiyle kucaklamak, öpmek, belki de saçlarını okşamak, ya da sırtlarını sıvazlamak gibi davranışlarda bulunup bulunmadıklarıdır. Oysa ki sevginin bu şekilde gösterilmesi çok çok önemlidir. Toplumumuzda bazı kültürlerde anne-babaların çocuklarını kendi anne-babalarının yanında bu şekilde sevmeleri bile ayıp karşılanmıştır. Hatta çocuklarına sevgilerini bu şekilde gösterdiklerinde onların şımaracaklarını düşünen anne-babalar  var, bunlara günümüzde de şahit olmak mümkün.

Oysa ki bebekler yaşamın ilk evrelerinden başlayarak dokunulmayı, kucaklanmayı isterler. Anne-bebek arasında ki ilişkinin kurulmasında, güvenli bağlanmanın oluşmasında fiziksel temas çok önemlidir. Kucaklayarak, öperek, okşayarak kurulan ilişki bedensel temasa duyulan ihtiyacın karşılanmasında önemli rol oynar. Çocuğunu olduğu gibi kabul eden, onu destekleyen ve yüreklendiren aile üyeleri, çocuğun benlik değerinin tohumlarını ekmiş olur. Bunun yanı sıra çocuğu kabul belirtilerinden biri de kucaklamak, öperek sevmek gibi fiziksel temastır.

Bazı araştırma bulguları, psikosomatik hastalıkları olan kişilerin yeteri kadar yakın bedensel temasla, sevilme deneyimine sahip olmadıklarını, öpülüp kucaklanmadıklarını ortaya koymuştur. Psikosomatik rahatsızlıkların yanı sıra kişinin ebeveynlerinden gördükleri/görmedikleri fiziksel temas, ileride kişinin aşk hayatında da, cinsel hayatında da, kendi çocuklarına gösterecekleri yakınlıkta da ortaya çıkacaktır.

1-3 Yaş Çocuğunda Öfke Nöbetleri

1-3 yaş arasındaki dönem çocuklarda öfke nöbetlerinin, isyanların, inatlaşmaların, mantıksız taleplerin yaşandığı bir dönemdir. Her anne-baba bu dönemle tanışır, çocuklarında yaşanan değişimlere şaşırıp kalırlar ve endişe duyarlar. Bu süreci nasıl yöneteceklerini bilemeyebilirler. Çocuğumuzun yaşadığı bu değişimler aslında bir şımarıklık, kural tanımamazlık, yaramazlık vs. değildir, içinden geçtikleri döneme bağlı olan normal bir gelişim seyridir.

Artık küçük bebeğiniz büyümekte ve özgürleşmeye başlamaktadır. Kendi başına bir şeyler yapmanın, yürümenin, yemek yiyebilmenin hazzını yaşamaktadır. Düşünüldüğünde o minicik çocuklar için bunları yapabilmek ne büyük adımlardır.  Bu dönemde çocuklar bir yandan dünyayı keşfetmek isterlerken bir yandan da tehlikelerle karşılaşma korkusu yaşarlar. O güne kadar annesinin kucağından ayrılmayan çocuk, yürümeye başlamakla beraber artık kendi isteği ile annesinden uzaklaşmaya çalışır. Bu bebeğin anneden ayrılması ve bireyleşmesi için gerekli bir aşamadır. Bir yandan bunu yapma isteği içerisindeyken bir yandan da anneden ayrıldıklarında, annenin sevgisini kaybedecekleri için korku yaşarlar. Hele bir de anne-babası tarafından “hayır” kelimesi ile karşılaşmaya başladıklarında, engellenmeye başladıklarında, bir yandan bu korkuları tetiklenir bir yandan da hayal kırıklıkları yaşamaya başlarlar. Bu onlar için oldukça kafa karıştırıcı bir dönem olur.

1-3 yaş çocuğu her şeyi kendisi yapmak ister, onun istediği olsun ister, ona istemediği bir şeyi yaptırmak bu dönemde imkansız gibi bir şeydir. Kendi istedikleri de olmayınca öfke krizleri yaşar. Yaşadıkları bu öfke nöbeti esnasında kendilerini başka türlü ifade edecek bir dile henüz sahip olamadıkları için de çoğu zaman ağlarlar, ellerindekini fırlatabilirler, kendilerine veya çevresine zarar verici davranışlarda bulunabilirler. Çünkü başka çareleri yoktur. Bu evrede çocuklara mantıklı açıklamalar yapmaya çalışmak anlamsızdır. Çünkü beyinlerinin mantık ve kendilerini kontrol etmekle ilgili kısmı henüz tam anlamıyla gelişmemiştir.

Bu dönemde çocuklar reddedici olurlar ve en sevdikleri kelime genelde “hayır” demektir. Siz ona ne sunarsanız, ne söylerseniz hayır diyecektir. Yemek yedirmek istediğinizde o istemeyecek, giydirmek istediğinizde karşı koyacak ve kaçacak, uyutmak istediğinizde “hayır uyumam” diyecektir. Çünkü bağımsızlaşmak demek “hayır” demektir çocuklar için. Aslında bu dönem anne-babaların korkulu rüyası olan 2 yaş sendromudur. 2 yaş sendromu, tam 2 yaşında aniden yaşanmaya başlanacak değildir elbet. 1-3 yaş dönemi arasında yaşananlardır. Yani bu dönemde siz ne söylerseniz çocuk hayır diyerek sizi reddecektir. Siz de çocuğunuza hayır dediğinizde inatlaşmalar yaşadığınızda bu süreç daha da sancılı olacaktır. O yüzden çocuğunuz bir şey istediğinde, talep ettiği şey için ona hayır demeden önce düşünmeniz ve “hayır”larınızı daha tasarruflu harcamanız durumu daha kolaylaştıracaktır. Burada “hayır” diyeceğiniz ve diyemeyeceğiniz şeyleri iyi ayırt etmeniz gerekecektir. Çocuğunuza zarar verecek şeylere tabi ki izin veremezsiniz, fakat kırılmayacak bir eşyaya uzandığında elleme demeden önce belki bir kez daha düşünebilirsiniz.

Diyelim ki, çocuk kendisine zararı dokunabilecek bir şey yapmak istedi vs. bu durumda siz de hayır dediniz ve çocuğunuz kontrolden çıktı ve durmaksızın ağlamaya başladı, bu kriz anında yapılması gereken, ne onunla mantıklı bir şekilde konuşmaya çalışmak ne de az önce hayır dediğiniz şeyi aslında çokta zararlı değilmiş diyerek çocuğun yapmasına izin vermektir. Önce “hayır” dediğiniz şeye sonradan “evet” diyorsanız bu yanlış bir davranıştır. Çocuk böylelikle çok ağladığında, tepindiğinde istediğinin olabileceği mesajını almış olur ve bunu sonrasında da her isteği için kullanır. Eğer bir şey en başından “hayır” ise öyle kalmalıdır. Kalmayacaksa da baştan söylenmemelidir. Böyle bir durumda yapılması gereken şey, çocuğun kendisine zarar vermesini engelleyerek, söylenmeden, bağırıp çağırmadan yanından uzaklaşmaktır. Zor olsa da sakinlik içerisinde bu anın geçmesini beklemektir. Kriz bittiğinde, ağlaması kesildiğinde yorulan ve istediği olmadığı için kendisini yenik hisseden çocuğunuza sevginizi gösterin, ona ağlamadığı için ne kadar mutlu olduğunuzu ifade edin ve onunla birlikte zaman geçirin.

Bu şekilde davranarak bu dönemin daha sancısız atlatılmasını ve daha kısa sürmesini sağlayabilirsiniz. Unutmayın ki 2 yaş sendromu geçecek yerine yeni krizlerin yaşanacağı başka dönemler gelecektir. Önemli olan çocuğumuzla olan ilişkilerimizi yıpratmadan her iki tarafında kendisini mutlu hissedeceği adımlar atabilmektir.

Kız çocuğunun hayatında babanın rolü çok büyüktür. Baba, kız çocuğunun bağ kurduğu ilk erkektir. Dolayısıyla sonrasında bir erkekle kurulan yakın ilişkinin nasıl olabileceğine dair model oluşturur.  Kız çocuğunun babayla olan ilişkisinde yaşadığı olumlu ve olumsuz yaşantılar, nasıl bir genç ve yetişkin olacağında, ileri dönemlerde ki ilişkilerinde ve eş seçiminde etkili olacaktır.

Bir kız çocuğunun babası tarafından değerli olduğunu görmesi ve hissetmesi, ilerleyen dönemlerde bireyselleşmesi ve biricik olduğunu hissedebilmesi açısından çok önemlidir. Kız çocuğunun babasından beklediği, onaylanmak, takdir görmek, beğenilmek ve karşı cins olarak olduğu gibi kabul görmektir. Kız bunu babayla ola ilişkisinde doğrudan yaşantılayabileceği gibi, babasının annesine olan davranışları üzerinden de dolaylı olarak alabilir.

Bir baba anlaşılabilir ve açıklanabilir bir sebep olmadan kızının hayatından aniden çıkmış ise bu durum bir takım ruhsal sorunlara sebep olacaktır. Kız çocuğu böyle bir durumda kendisini terk edilmiş, güvensiz ve ihanete uğramış hissedecektir. Sonraki yaşantılarında da terk edilme duygusu hayatını kontrol ediyor olacaktır ve sağlıklı ilişkiler kuramayacaktır. Babanın bir hastalıkla veya ölümle kızının hayatından çıkmış olması ise iyi bir anne-kız ilişkisi ile atlatılabilir.

İlişkileri olumsuz etkileyecek diğer bir durum ise, baskıcı ve otoriter bir babalıktır. Babanın sert ve otoriter tutumu, kızın kendisini ifade etmesini, becerilerini sergilemesini engelleyecek ve kız yetişkin olduğunda erkeklerle olan ilişkilerinde de bu tutumlar içerisinde olacaktır. Silik ve birey olarak var olmayan bir kişi olarak yetişecek ve öyle kadınlar, anneler olacaklardır. Bunun yanı sıra alaycı ve eleştirel babalarda kızlarının hayatında olumsuz yaralar açacaklardır.

Kız çocuklarının eş seçiminde genelde babaları gibi erkekleri seçtikleri bilinir. Fakat babasından ilgi ve şefkat göremeyen kızlar kendinden daha yaşlı veya olgun erkekleri seçerler. Babalarından alamadıkları ilgi ve şefkati bu şekilde telafi etmeye çalışırlar. Bu durum bazen yanlış ve uygunsuz seçimlere neden olur.

Babasıyla ilişkileri iyi olan kız çocuklarının ise ileride özgüveni yüksek, kendini rahat ifade edebilen yetişkinler oldukları ve bu kız çocuklarının ruh sağlıklarının da kolay kolay bozulmadığı görülür.

Ara sıra hepimiz yapmamız gereken bir takım işleri erteleyebiliriz, fakat bu durum sürekli bir hal almaya başladıysa ve bizim günlük yaşantımızı etkiler hale geldiyse, o zaman erteleme ile ilgili anormal bir durumdan bahsedebiliriz. Erteleme kendi başına bir rahatsızlık değil, sadece bir belirtidir. İncelememiz gereken asıl şeyler ise ertelemeye sebebiyet veren kökende yatan nedenlerdir.

Daha çok mükemmeliyetçi kişilik yapısına sahip ve başaramama korkusu yaşayan “yetersizlik” inancına sahip bireyler erteleme davranışı gösterirler. Erteleme davranışının tembellik ile ilgisi yoktur, tembel kişiler yapmaları gereken işlere başlamadıkları gibi yan gelip yatar ve bu durumla ilgili rahatsızlık duymazlar. Erteleme davranışı gösteren kişiler ise yapacağı iş veya işlerle ilgili başarısızlık kaygısı yaşadıklarından ve mükemmel yapmak istediklerinden dolayı bir türlü işe başlayamazlar ve içten içe de bu durumdan rahatsızlık duyarlar.

Erteleme davranışında, yapılması gereken bir iş, bir proje vs. karşısında mükemmeliyetçilik devreye girince, kişideki “yetersizlik şeması” aktive olur ve kişi bununla başa çıkmak adına yapılacak olan işten kaçma davranışı gösterir ve böylelikle erteleme gerçekleşmiş olur.  Erteledikçe de yetersizlik inancı daha çok güçlenir ve kısır döngü bu şekilde devam ederek kişiye rahatsızlık verir.

Bu durumdan kurtulabilmek adına bir uzmandan yardım alınarak erteleme davranışına sebebiyet veren nedenler üzerine çalışılmalıdır.

Gerek sosyal çevremde gerekse işim dolayısıyla etrafımda o kadar fazla narsistik ebeveyn görüyorum ki, onların çocuklarına davranışlarını ve ileride bu çocukların nasıl birer birey olacaklarını üzülerek izliyorum. Yaptıkları şeyler karşısında çok şişirilenini de görüyorum, hiç takdir edilmeyenini de görüyorum. Tartışmasız ikisi de doğru değil. Narsistik ebeveynler çocuklarını, onlara ne olmak istediklerini, ne yapmak istediklerini bile sormadan kendi ihtiyaçlarına göre tıpkı bir oyun hamuru gibi yoğuruyorlar. Narsistik ebeveynler dünyaya getirdikleri çocuklarını bir nesne, bir proje gibi algıladıkları için onları olduğu gibi kabul etmeyip, kendi narsistik ihtiyaçlarına göre şekil ve form vermeye çalışıyorlar. onların başarılarını kendi başarıları gibi görüp, çocuklarının başarısızlıklarına tahammül gösteremiyorlar. Çünkü çocuklarının başarısızlıkları demek kendi başarısızlıkları demektir ve bu da bir narsistik için çok utanç verici bir durumdur. Ne acıdır ki bu çocuklar koşullu seviliyorlar. Yani ebeveynlerinin narsistik ihtiyaçlarını doyurduklarında onaylanıyor ve takdir görüyorlar. Mesela, onların istedikleri notları aldıklarında, onların istedikleri meslekleri seçtklerinde, onların istedikleri evlilikleri yaptıklarında vs. Bu ebeveynler bu şekilde davranarak çocuklarının ileride sosyal yaşantılarında, evlilik yaşantılarında, cinsel yaşantılarında, iş yaşamında, ikili ilişkilerinde nasıl sorunlar yaşayacaklarından haberdar değiller. Bunun için ilk önce kendi durumlarının farkında olmaları ve yardım almaları gerekir.

Bahar ayının yüzünü göstermesiyle birlikte bazı kişilerde kaygı, endişe, sinirlilik hali, yorgunluk, iştahsızlık gibi durumlar görülebilir. Eğer bu gibi belirtiler sizde de aniden ortaya çıktıysa bahar depresyonu yaşıyor olabilirsiniz.

Halk dilinde bahar depresyonu olarak bilinen mevsimsel duygulanım bozukluğu her yılın aynı zamanlarında tekrar eden bir depresyon türüdür. Her yılın bahar aylarında ortaya çıktığı için bahar depresyonu olarak isimlendirilmiştir. Bu zamanlarda kendinizi sinirli, yorgun ve halsiz, endişeli, motivasyonsuz, enerjisi çekilmiş gibi hissedebilirsiniz. Hiçbir şey yapmak istemeyebilir, elinizi kolunuzu kaldırmakta isteksizlik yaşayabilir, okula ve işe gitmekte güçlük çekebilirsiniz.

Bahar depresyonunun spesifik sebepleri kesin olarak bilinmemektedir. Bütün ruhsal hastalıklarda olduğu gibi bu durumda da genetik faktörler, yaş vs. depresyona yatkınlığı arttırabilmektedir. Mevsimsel depresyona erkeklere oranla kadınlarda daha fazla rastlanır. Güneş ışığının süresinin uzaması ile birlikte gün içerisinde uyanık kalma süresi uzadığı için, vücudun biyolojik saati bozulur. Bu da depresif duygu durumuna sebebiyet verebilir.

Bahar depresyonunun belirtilerini hafife almamak gerekir. Bu durumları yaşıyor ve bu belirtiler 2-3 haftadan fazla sürüyorsa mutlaka bir uzmana danışmak gerekir. Çünkü eğer 2- 3 haftada geçmiyorsa depresyonunuzun altında başka sebepler yatıyor demektir. Eğer bu hastalık da diğer depresyon türleri gibi ciddiye alınmaz ve tedavi edilmez ise daha kötüleşerek ciddi sorunlara yol açar.

Bahar depresyonunu hafif atlatmak için; mutlaka spor yapın, tempolu yürüyüşler yapın, sağlıklı beslenin, alkolden uzak durun, sevdiğiniz insanlarla birlikte olun ve sevdiğiniz, hoşlandığınız şeyleri yaparak vakit geçirmeye çalışın.

Biz toplum olarak duygularımızı ifade etmekte iyi değiliz. Duygularımızı tanımıyor ve onlarla yüzleşmiyoruz.  Kimsenin üzüldüğümüzü, kırıldığımızı, kızdığımızı, incindiğimizi, korktuğumuzu anlamasını istemiyoruz. Çünkü bunların anlaşılmasını bir zayıflık göstergesi olarak görüyoruz.

Duygularımızı hem zayıflık göstergesi olarak gördüğümüz için hem de karşımızdakini kırmaktan, üzmekten veya tepkisini çekmekten endişe duyduğumuz için ifade etmekten kaçınırız. Aksine duygularımızı doğru bir yolla ifade etmek, ilişkilerimizi iyileştirebilir, bir problemin çözülmesine ve ortadan kalkmasına sebep olabilir. İfade etmemek ise bir takım sıkıntılara sebebiyet verir. Bu sıkıntılar ikili ilişkilerde, evlilik yaşamında, iş ilişkilerinde, çocuğumuzla olan ilişkilerimizde, sosyal yaşantımızda, bedenimizde bir takım rahatsızlıklarla kendini gösterir.

Duygularımızı tanımayan ve ifade edemeyen bireyler olarak çocuklara da aynı bu şekilde davranıyoruz. Onların duygularını ifade etmelerine daha doğrusu duygularının farkında olmalarına olanak tanımıyoruz. Çocukların olumsuz tüm duygularını görmezden geliyoruz ve yüzleşmelerini istemiyoruz. Böylece çocuklar da duygularını tanıyamamış oluyorlar.

Daha sağlıklı bireyler olabilmek, daha sağlıklı ilişkiler kurabilmek ve çocuklarımızın da duygularını ifade edebilen bireyler olarak yetişmelerini sağlamak için ilk önce kendi duygularımızın farkında olmamız ve onları doğru ifade edebilen bir model oluşturmamız gerekir. Kendimize “Nasıl hissediyorum” sorusunu sorabilmeli ve buna cevap verebilmeliyiz. Unutmamak gerekir ki kendi duygusunu anlayamayan bir bireyin karşısındaki kişinin duygusunu anlamasını beklemek çok anlamsız olur.

Kuşkusuz ki evliliklerde sadakatsizlik, güven duygusunu temelden sarsan, çok ciddi ve incitici bir durumdur. Aldatmanın evlilik üzerinde iki önemli etkisi vardır; birincisi, evlilik dışı ilişkinin evliliği yok etme potansiyeli ve ikincisi de, aldatmanın evlilik üzerindeki duygusal tesiridir. Evlilik içi şiddetten sonra en fazla olumsuz etkiye sahip olan neden aldatmadır. Erkek içinde kadın içinde aldatma iz bırakan bir durumdur. Erkeklerin aldatması elinin kiri gibi bir kavram kullanılarak normalleştirilmekte ve bu durumda kadının da kocasını affetmesi ve yuvasını bozmaması beklenmektedir. Kadınlar eşlerini affetseler bile durum iç dünyalarında böyle olmamaktadır. Her iki taraf içinde aldatılmak, değersizlik, çaresizlik, güvensizlik vb. duygulara sebebiyet vermektedir.

Sanki hep erkekler aldatırmış gibi bilinse de, bu erkeklerin kendi aralarında kaç tane kadınla birlikte olduklarını bir övünç kaynağı olarak anlatmalarından kaynaklanmaktadır. Yapılan araştırmalar kadınlarında eşlerini aldattıklarını ortaya koymaktadır. Fakat kadınlar bu durumu gizli tuttukları için çok bilinmemektedir. Kadının eşini aldatması daha zordur, çünkü kadın için bir ilişkide ilk önce romantizm gelir, duygusallık gelir, kadın daha derin bir ilişki arar, aşk ister. Kadınlar yasak ilişki yaşarlarken daha dikkatlidirler. Erkekler ise daha dikkatsizdirler. Erkekler için aldatmak daha doğaldır.

Aldatma iki şekilde adlandırılıyor.Cinsel aldatma ve duygusal aldatma şeklinde. Var olan bir ilişki içerisindeyken, başka biriyle cinsel ilişkiye girme cinsel aldatma, duygusal olarak bir başkasına bir şeyler hissetme, aşık olma duygusal aldatma olarak adlandırılır. Her ikisi de evlilik için tehlike oluşturacak durumlardır. Genelde erkekler daha çok cinsel aldatmaları tercih ederken, kadınlar duygusal aldatmaları tercih etmektedir. Fakat en kötüsü cinsel birlikteliği de içinde barındıran duygusal bağın kuvvetli olduğu ilişkilerdir.
Aldatma nedenlerine bakıldığında erkek için de kadın için de çok fazla neden sıralanabilir. İlişki heyecanını kaybetmiş olabilir, cinsel tatminsizlik yaşanıyor olabilir, eşler arasında ihmal, sevgi ve şefkat eksikliği olabilir, eşler mutsuz evliliklerinden kaçmak için aldatıyor olabilirler, evliliklerindeki çatışmalarından kurtulmak için duygusal enerjilerini bir başka ilişkiye harcamayı tercih ediyor olabilirler, eşler arasında yakınlıktan kaçınma olabilir, bazen eşlerden biri seks veya tutku bağımlısı olabilir, eşlerden biri evliliğini bitirmek ister fakat yeni birini bulmadan bunu yapamaz. Erkekler daha çok cinsel açıdan değişiklikler, yeni heyecanlar yaşamak için ve cinsel dürtülerini kontrol etmekte zorlandıkları için; kadınlar ise duygusal açıdan ihmale uğradıklarında, mutsuz ve umutsuz hissettiklerinde aldatma yolunu tercih edebilirler. Evli ve çocuklu erkekler ise kendilerinden daha genç partnerlerle eşlerini aldatarak hala güçlü bir erkek olduklarını eşlerine ve çevrelerine kanıtlamak isterler.

Aldatma, aldatılan eş için bir travmadır. Aldatılan eş aldatıldığını öğrendikten sonra, sıkıntı üzüntü, öfke, uykusuzluk, güvensizlik ve depresyon yaşamaya başlar. Aldatılan eşte travma sonrası stres bozukluğu belirtileri görülebilir. Bunların ne kadar süreceği kişiden kişiye değişecektir. Bu durumda yapılması gereken bir evlilik-çift terapistine başvurmak olmalıdır. Eşlerin bu durumda üzerine düşen sorumlulukları alması gerekmektedir. Aldatılma ve sonrasında ortaya çıkan sorunlar aşılamayacak sorunlar değildir. Sadece çiftlerin çaba göstermesi ve evliliklerini bu fırtınadan kurtarmayı istemeleri gerekmektedir.

Duygusal taciz birilerinin sizi aşağılaması, suçlaması şeklinde gerçekleşen tacizlerdir. Evliliklerde daha flört dönemindeyken her şey yolunda gidiyor gibi görülebilir, aslında çiftler arasında bu tür diyaloglar açık veya örtük bir şekilde bu dönemde de yaşanıyordur. İlişkilerde bir zaman geçtikten sonra veya evlendikten sonra sorun daha ciddi bir şekilde baş gösterir ve taraflardan biri kurban olur. Çoğu zaman duygusal taciz yaşayan kişi bu durumu fark etmeyebilir bile. Duygusal tacizi her iki tarafta birbirine uygulayabilir, fakat toplumumuzun dayattığı roller sayesinde duyulan, bilinen erkek tarafından kadına uygulandığı yönündedir. Duygusal taciz, eşini aşağılamak, toplum içinde küçük düşürücü davranışlarda bulunmak, eşinin özel hayatına saygı duymamak, sözlü saldırılarda bulunmak şeklinde gerçekleşebilir. Tüm bunlar zaten evliliğin olmazsa olmazları olan sevgi, saygı ve güven unsurlarını zedeleyici ve yıkıcı davranışlardır. Önce duygusal tacize uğrayan kişide ağır hasarlar oluşacak, sonrasında evlilikte hasarlar meydana gelecektir.

Evlilik ilişkisinde duygusal taciz yaşandığında bu durumu nedenleri ve sonuçları açısından ayrıntılı olarak incelemeye ihtiyaç vardır. Çiftlerin kişilik özelliklerine ve patolojilerine, çiftlerin birbirleri ile olan etkileşimlerine ve nesiller arası aktarımlarına yani orijinal ailelerinden getirdiklerine bakılmalıdır. Duygusal tacizde bulunan kişiye bakıldığında, genelde burada çocuklukta alınan yaralar önemlidir. Bu tür kişiler genellikle kendilerini zayıf, güçsüz, değersiz ve aşağılanmış hissederler. Kendilerini böyle hissetmeleri, onları yetiştiren ebeveynlerinin tutumları ile alakalıdır. Daha çok narsisistik kişilik yapılanmasının olduğu kişilerde bu tür davranışlar görülmektedir. Kendilerinde var olan değersizlik ve zayıflık hissinden dolayı, karşı tarafı aşağılarlar, rencide ederler, kendilerinin yüceliklerine inandıkları için kendilerine saygı gösterilmesini isterler, her şeyde kendilerini hak sahibi görürler, karşılarında ki kişiye bir eşyaları, bir parçalarıymış gibi davranarak, o kişiye kendilerini kötü hissettirirler. Böylece karşı tarafı değersiz yaparak, karşı tarafı ezerek kendilerini güçlü ve değerli yapmış olurlar. Bu kendi patolojileriyle alakalı bir durumdur, bu yüzden yaptıklarıyla alakalı bir farkındalığa sahip olamayabilirler, bir uzmandan psikolojik yardım almaları şarttır. Bunun yanı sıra duygusal tacizde bulunan kişilerin büyüdükleri ailede anne-babanın birbirine olan davranışlarının, evlilik ilişkilerindeki davranış kalıplarının da nasıl olduğu önemlidir  ve  çocukluktan itibaren kişiyi etkileyen bir durumdur. Yani model alma vardır. Başka bir ilişki türü görmemiştir çünkü, aşağılayan bir baba ve boyun eğen bir anne modeli olabilir. Bunun yanı sıra evlilik ilişkilerinde çiftlerin nasıl bir etkileşimi ve iletişimlerinin olduğu da önemli bir konudur. Buralarda ayrıntılı incelemelere gerek vardır.

Bu durumda tacize uğrayan tarafın, uğradığı taciz karşısında sınırlarını net olarak koyabilmesi, rahatsızlıklarını, isteklerini ve duygularını net olarak ifade edebilmesi önemlidir. Yakın çevresini bu durumdan haberdar etmeli ve desteklerini istemelidir. Tüm bunların yanı sıra tacize maruz kalan kişinin almış olduğu yaralarını tamir etmesi, duygularını boşaltması ve kendisi ile ilgili farkındalıklara sahip olması açısından bir uzmandan yardım alması gerekir.

Erken çocukluk döneminden kaynaklanan şartlanmalarımız, almış olduğumuz yaralar ve hayat hakkındaki yanlış anlamalarımız, ilişkilerimizi etkilemektedir. Peki bu nasıl olmaktadır? Ve kendimizi iyileştirmek için neler yapmak zorundayız?

İlişkilerde yaşadığımız olaylar, bilinçli ve bilinçsiz olarak kendi içimizdekilerin dışa yansımasıdır. İlişkilerimiz yoluyla, geçmişimizi iyileştirmeye kişisel olgunluk seviyemize ulaşmaya çalışırız.

İki insan karşılaştığında, eğer aralarında ortak tek bir yön bile varsa, bu iki kişi arasında köprüler oluşur. Ve bu durum çekim veya kimya uyuşması olarak adlandırılır. Bu köprü hem yakın ilişkilerde hem de yakın olmayan ilişkilerde ortaya çıkar. İki insan arasında ortak bir şey söz konusu değilse bu insanlar birbirlerini önemsemezler, aralarında çekim oluşmaz. Ama eğer bir insan hayatınızda belirirse, ikinizin en azından bir ortak yönü olduğu kesindir.

İnsanlar kendilerini, başkalarının onlara tuttuğu aynalardaki yansımaları ile tanırlar. Bu nasıl bir şeydir? Bazen karşımızdakinde farkına varıpda tepki verdiğimiz bir takım özellikler vardır. Bu özellikler genellikle bilincinde olmadığımız, ama kendimizde var olan veya var olma potansiyeli olan özelliklerdir. Başkasında var olan sevdiğimiz veya sevmediğimiz bu özellikler, bize kendi psikolojik maskemiz hakkında bilgi verebilir. Bizler kişiliğimizin devam ettirmek istediğimiz yönlerini seçer, istemediğimiz yönlerini eleriz. Kendimizde kabul edemediğimiz yönlerimizi ise başkalarına yansıtırız. Bu istemediğimiz yönleri, bazı duyguları, bazı davranışları veya inançları içimizde barındırmak bize çok acı verdiğinde kendimizi bu acılardan korumak içim yansıtma adlı savunma mekanizmasını kullanırız. Ve yansıtmayı kullanmak için yakın ilişkiler çok uygun bir zemindir. Bizler içimizde bize acı veren bu özellikleri inkâr etmekten vazgeçtiğimiz, bilinçaltımızdaki özelliklerimizi kabul ettiğimiz zaman gelişmeye başlar ve daha olgun, sevgi dolu ilişkiler yaşamaya başlarız.

Yargıladığımız, eleştirdiğimiz özellikleri bir başkasında görmek bunları kendimizde görmekten daha kolaydır, bunları kendimizde fark etmemiz ise çok zordur. Kendimizde var olan ve yüzleşmeyi reddettiğimiz özellikleri eşlerimiz bize geri yansıtırlar.

Biriyle birlikte yaşamaya başladığımız zaman, bize acı veren olaylar, ebeveynlerimizle olan ilişkilerimiz, onların ihmalkârlıkları veya işgalleri, çocukken ebeveynlerimiz ile baş etmek için geliştirdiğimiz duygu ve davranış kalıpları su yüzüne çıkar ve ilişkimize yansır. Geçmişimizi bu şekilde iyileştirmeye çalışırız.

Şu andaki davranışlarımızın çoğu geçmişte yaşadıklarımızla ilgilidir. Geçmişte takılı kalıp, bugünü yaşamadığımız için bizler hasta oluruz. Geçmişte takılı kalıp da, çocukluk yaralarımızla hareket edersek eğer, hayatımızdaki insanlar bize olumsuz tepkiler verecektir. Büyüyüp gelişirken, içimizdeki çocukluk yaralarını fark etmeye çalışmak, hayata daha bilinçli bakmaya çalışmak, daha sağlıklı ve olgun ilişkiler kurmamızı sağlayacaktır.

Peki nedir bu çocukluk yaraları? Terk edilmek, reddedilmek, sevilmemek, ilgisizlik, ihmal edilme, beğenilmeme, kıyaslanma vs. tüm bunlar bilinçli dünyamızda veya bilinçdışımızda tamir edilmediği sürece saklı kalacaklardır ve bu yaralar farkında olmadan ikili ilişkilerimize taşınacaklar ve etkili olacaklardır. Bunları fark etmek ve yüzleşmek, daha olgun ilişkiler kurabilmek, daha kaliteli bir hayat geçirebilmek adına çok önem taşımaktadır.

Ruhsal gelişimimiz ve içsel iyileşmemiz adına önemli olan diğer bir önemli nokta da bireyin kendisine değer vermesidir, kendisini sevmesidir. Eğer biz kendimizi sevip, beslemezsek bir başkasının bizim isteklerimizi gerçekleştireceği umuduyla yaşayan, muhtaç bir insan oluruz.

İyi ilişkiler kurabilmemiz için ise kendimizi çok iyi tanımamız, kendimizi her yönümüzle kabul etmemiz ve sevmemiz gerekir. Kendimizi sevmemiz demek, olumlu ve olumsuz yönlerimizle kendimizi kabul etmemiz demektir. Kişiler kendi içlerinde ne kadar bütünlük seviyesine ulaşmışlarsa ilişkilerine o kadar katkıda bulunurlar. Ruhsal açıdan parçalanmış eşlerin birlikteliği tam bir ilişki oluşturmaz. Eğer içimizdeki bütünlüğü oluşturabilirsek, ilişki için de gerekli potansiyeli oluşturmuş oluruz. Bu yüzden kendi güvensizliklerimizi iyileştirmeli, eksikliklerimizden eşimizi sorumlu tutmamalıyız.

İlişkide olduğumuz kişi bizim eksiklik ve ihtiyaçlarımızı karşıladığında kendimizi güvende hissederiz. Fakat karşılamadığında eksik yanlarımızla yüzleşmek ve bunlarla baş etmek zorunda kalırız. Tüm bunlarla baş etmek zorunda kaldığımızda, kendimizi iyileştirmek için bir uzmandan yardım almak çok doğru bir davranış olacaktır.

Çünkü çocuklukta bitirilemeyen bu takılı kaldığımız ve bugüne taşıdığımız bu işler, yetişkin ilişkilerimizde devamlı ortaya çıkacaktır. Ve bizler kendimizin ve eşlerimizin bazı durumlarda neden çeşitli şekilde davrandıklarını anlamlandıramayacağız. Bir ilişkimiz bitip te diğeri başladığında, bu kısır döngünün devam etmesi kaçınılmaz olacaktır.

Çocukluğunuzu ve özellikle de ebeveynlerinizle olan ilişkilerinizi incelemeniz, şu anki aşk ilişkileriniz konusunda size ipuçları verecektir. Eğer şu an içinde bulunduğunuz ilişkiden mutlu değilseniz, yaşamınızın ilk yıllarına bakmanız yararlı olacaktır. Burada sizi yetiştiren kişiler çok fazla etkilidir. Çünkü insanlar kendi haklarındaki ve kurduğu ilişkiler hakkındaki düşüncelerinin çoğunu kendilerini yetiştiren kişilerden öğrenirler. Değerlilik duygusu da erken dönemde ebeveynlerini tutumları ile belirlenir. Bundan dolayıdır ki, ikili ilişkilerinizde eşinize, sevgilinize karşı oluşan tepkileriniz, çocukluğunuzdan kaynaklanan çözülmemiş anlaşmazlıklar ve davranış kalıplarına bağlıdır. Mesela; ailenizden alamadığınız sevgi, onay ve ilgiyi eşinizden almak için belli “davranışlar” gösteriyor olabilirsiniz.

Tutkulu bir aşk hissetmiyor ve “aşık” olmadığınızı düşünüyor olabilirsiniz, bu doğru bir eşle olmadığınız anlamına gelmez. Mesela; ilk başlarda seçilen eşin ruh ikizi olduğu düşünülürken, sonrasında ne oluyor da bunun doğru olmadığı düşünülebiliyor.

Kişinin kendi içerisindeki boşluk duygusu, çocuklukta çözülemeyen ve bugüne taşınan yaralar bu tür hislere sebebiyet veriyor olabilir. Mutlu olmanız için eşinizin, sevgilinizin devamlı üzerinize titremesine gerek yoktur. Gerçek mutluluk ve tatmin kendi içinizdeki gücü arttırmanıza bağlıdır. Olgun ilişkiler ve aşklar ancak bu şekilde yaşanabilir.

Fakat geçmişten kaynaklanan bu yaraları iyileştirmek ve kendi bütünlüğümüzü sağlamakta zaman alacak ve çaba gerektirecek bir durumdur. Eğer hayatınızın geri kalanını mutlu ve kaliteli bir şekilde geçirmek istiyorsanız önce kendinizi tanımanız ve ihtiyaçlarınızı nasıl karşılayacağınızı anlamanız gerekir. Yani “ben kimim?” ve “neye ihtiyacım var?” sorularının cevabını verebilmelisiniz.

 

Kaynak:  Susanne E. Harrill, Külkedisi Terapide, Kuraldışı Yayıncılık,2006

Evlilik Nedir?

Evlilik, aile yaşantıları ve kültürleri farklı olan iki insanın aynı mekanı, aynı zamanı paylaşmaya başlamasıyla oluşan bir partner ilişkisidir. Evlilik, tüm dünyada olduğu gibi toplumumuzda da var olan en önemli ve en temel kurumlardan biridir. Sağlıklı ve mutlu bir evlilikte olması gereken saygı, sevgi, bağlılık ve güven duygularıdır. Bu duyguların eksilmesiyle veya yara almasıyla birlikte evlilik kurumunda anlaşmazlıklar, çatışmalar ve iletişim problemleri çıkabilmekte ve evlilikler sarsılarak boşanma davalarıyla sonuçlanabilmektedir. Boşanma davalarının artması ve evlilik kurumlarının yıkılması dolayısıyla yeni bir kavram olarak evlilik ve çift terapisi, evlilik danışmanlığı alanları doğmuştur.

Evlilik-Çift Terapisi Nedir?

Çift terapisi; birbirleriyle çatışmada olan iki insanın etkileşimini değiştirmek için düzenlenmiş, çiftin uyumlarını bozan davranış biçimlerini tersine çevirmelerine ya da değiştirmelerine destek olan bir psikoterapi biçimidir. Çift terapisi klinikte karşımıza evlilik terapisi olarak çıkar. Evlilik terapisinin duygusal içeriği daha fazladır, daha derin kişilik ve uyum problemleri olan kişilerle, hastalarla ilgilenir. Evlilik terapisi, evliliği kurtarma terapisi değildir. Evlilikte neyin iyi gidip neyin gitmediğinin anlaşıldığı, ne yapılırsa iyi gidebileceğinin konuşulduğu, bundan sonraki yolun beraber mi yoksa ayrı mı gidileceği konusunda verilen kararın netleştiği yerdir.  Evlilik Terapisi’nin amacı; çiftlerin  aralarındaki  iletişim sorunlarını  çözebilmeleri için kendilerine gerekli becerileri kazandırmaya çalışmak, empati ve uyumu arttırarak evlilik ilişkisini düzenlemek, var olan ilişki problemlerini çözebilmelerine yardımcı olmak ve bu sırada eşlerde görülen davranış bozukluklarını ortadan kaldırmaktır.

Evlilik terapisi, çift olarak sürdürebildiği gibi, çiftlerden birinin terapiye gelmeyi kabul etmediği durumlarda bireysel olarak ta sürdürülebilmektedir. Bireysel Evlilik Terapisi var olmakla birlikte çok tercih edilen bir durum değildir. Çünkü tek başına yapılan evlilik terapisinde dengesizlik olur, evlilik sorunları terapistle paylaşılırken diğer kişi dışarıda kalır ve bu haksızlık yaratabilir.

Evlilikte Tehlike Çanları Ne Zaman Çalmaya Başlar?

Evlilikte birçok önemli sorun vardır. Bunların arasında iletişim eksikliği, sorun çözmede kullanılan hatalı yollar, çocuk yetiştirme konusundaki farklı bakış açıları, akraba ilişkileri, mesleki durumlar, ekonomik sorunlar, cinsel hayattaki yetersizlikler ve uygunsuzluklar sayılabilir. Evlilikte çiftler arasında aldatma ve aldatılmaya dair şüpheler artmışsa, boşanma kelimesi çok sık sarf edilir olmuşsa, sevgi, saygı, güven ve bağlılık duygularında eksilme varsa, çiftler arasında çıkan tartışmalar çok sıklaşmışsa ve sonucunda kavgaya dönüşüyorsa, çiftler birbirlerine artık yeteri kadar zaman ayırmıyorlarsa, cinsel yaşamda uygunsuzluklar ve tatminsizlikler başlamış ise, özel günler hatırlanmaz olmuş ve çiftler birbirlerine iltifat etmiyorlarsa,evlilikte güç ve otorite savaşları başladıysa; o evlilik için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir.  Fakat bu durumu düzeltmek elimizdedir, önemli olan değişimi ne yönde istediğimiz ve gerekli olan sorumluluğu alabilmemizdir.

Cinsel  Sorunların Evlilik Sorunları Üzerindeki Etkileri Nelerdir?

Evlilikte sorunlara yol açan cinsel sorunlar arasında; kadınlarda vajinismus, anorgazmi, cinsel isteksizlik, erkeklerde; erken boşalma, iktidarsızlık, cinsel isteksizlik sayılabilir. Çiftler arasındaki cinsel sorunlara baktığımızda evlilik sorunlarının bu tür problemlere yol açabildiğini görebildiğimiz gibi, cinsel sorunların da aynı şekilde evlilik-ilişki problemlerine yol açtığını görebiliriz. Cinsel sorunlar evlilik sorunlarının sebebi olabileceği gibi aynı zamanda sonucu da olabilir. Böyle bir durumda cinsel problemleri halledebilmek için öncesinde ilişkisel problemleri çözüme kavuşturmak gerekir. Örneğin; erkek, evlilik ilişkisinde karısının dominant olduğunu görüyor ve bundan rahatsızlık duyuyorsa, eşine içten içe bir düşmanlığı varsa, evlilik içerisinde kendini rahat bir şekilde ifade edemiyorsa ve cinsel tatminin eşi için ne kadar önemli olduğunu biliyor ise, bu erkek karısından intikam almak için boşalmasını geciktirmeyecek bu şekilde hem karısını hemde kendisini bilinçdışı olarak cezalandıracaktır.   İlişkisel sorunların, cinsel sorunları nasıl doğurduğu bu örnekle ifade edilmiştir. Bu problemi çözebilmek için ilk önce çiftler arasındaki ilişki problemine odaklanmak gerekecektir.

Son olarak; evlilik içerisinde çok çeşitli problemlerle karşı karşıya kalınabilir. Önemli olan saygı, sevgi, güven, anlayış ve hoşgörü içerisinde, sorunların çözüm yollarını aramaktır.